2/06/2015

Türk Dizileri Neden Kısa Ömürlü?



   Günümüzde büyük masraf ve emekle çekilen Türk dizileri bir sezon bile ilerleyemeden final yaparak yayın hayatına son veriyor. Bizler farklı, sıradanlığa hapsolmamış dizilere daha çok rağbet gösteriyoruz. Özgün dizilerin azalması bizleri yabancı yapımlara çekiyor.

    Öncelikle, film ve dizi ayrımını iyi yapmak lazım. Uzun metrajlı filmler dahi ortalama 1.5-2 saat sürerken; Türk dizileri reklamlarla birlikte 2 saate ulaşıyor. (Oysa yabancı diziler 25-60 dakika arası.) Böylesine uzun dizilerin çekimleri, oyuncular ve set ekibi için fazlasıyla yıpratıcı. İzleyici bile izlerken tükeniyor, oyuncu ne yapsın!

   Yerli dizilerdeki özet anlayışı, bir sayfanın 3/4’ünün altını çizmek gibi. Bir yabancı dizi uzunluğunda özet veriliyor! Benim bildiğim özet, hatırlatma niteliği taşır ve 1 dakikayı geçmez.

   Her hafta 120 dakika, üretkenliğe de ket vuruyor. Bu yüzden yerli diziler ‘az üret, çok başa sar’ çerçevesinde dönüyor. İzleyiciler haftalarca ‘şimdi itiraf edecek, şimdi öğrenecek!’ diye bekleyedursun, dizi akıcılığını yitiriyor ve zamanla sıkmaya başlıyor.

   Reytingler de çok önemli bir konu. Diyelim ki, karakterlerden biri senaryo gereği öldü ve bu reytingi düşürdü. O halde o karakter ölmedi! Farklı bir senaryoyla dizinin ilerleyişini değiştirip karakterimizi geri getiriyorlar. Her hafta düşünülenler, ‘Kimi öpüştürsem izlenme oranı artar, hangi vesileyle reyting kazanırım?’ şeklinde süregeliyor.

   Yerli diziler eylülden hazirana kadar devam edebiliyor. Bu durum düzensiz çalışma saatleri ve yorgunluğu da beraberinde getiriyor. Oysa yabancı diziler en fazla 5 ay devam ediyor, 22-23 bölüm sonra sezon finali yapıyor. Bir de üzerine 1-2 hafta kış tatili ekliyorlar. Böylece, hem oyuncu hem de izleyici dinlenmiş oluyor.

   Türk dizi yapımcıları farklı konuları birlikte işlemek yerine parçalara bölüyor. Hatta öyle bir bölüyorlar ki aynı dizinin devamı olarak başka bir dizi hayatımıza giriyor! Örneğin, Yer Gök Aşk isimli dizi sürerken, Lale Devri’nin devam dizisi olarak yayına girmesi.

  Duygular, Türk dizilerinde müzikle, yabancı dizilerde ise oyunculukla aktarılır. Örneğin, yerli dizilerdeki ayrılık sahnelerinde müzik ve gözyaşı ön planda tutulurken, yabancı dizilerde duygu, diyaloglarla verilir. Çünkü biz duygusal toplumuz ve izlediklerimizin bizi ağlatmasından keyif alıyoruz.

   Konu kavramı genişletilmiyor. İşlenen konular sabit ve sıradan. Töre, ihanet, aile ilişkilerinde bozukluklar, yasak ilişkiler üzerinde dönüp duran dizileri takip etmekteyiz. Özgün bir konu elde edilemediğinden, yabancı senaryolar yerli dizilere uyarlanıyor. Örneğin, Revenge’in İntikam, O.C’nin Medcezir, Dowson’s Creek’in Kavak Yelleri olarak yayın hayatına atılması… Gerilimli, korkunç ve fantastik dizilere girilmiyor bile! Mesela, fantastiğe el atsalar anca ‘çocuk dizisi’ çıkıyor.

   Senaryolar edebiyattan da seçilebiliyor. Örneğin, Fatih Harbiye, Aşk-ı Memnu, Yaprak Dökümü, Çalıkuşu; romanlardan uyarlama diziler. Yabancı sektörde senaryoya iş olarak bakılır ve özgünlüğe dikkat edilir. Yerli dizilerdeki ise tek kaygı, para!
   Sık reklam verilmesi izleyiciyi televizyondan internete itiyor. Çoğu zaman internette reklamsız yayınlanan diziler tercih ediliyor. Haliyle, reklamlar fazla abartılıyor. Dizilerin son iki saniyesi reklam sonrasına bırakılıyor. Dakikalarca reklamın ardından dizinin başlamasıyla bitmesi eş zamanlı.

   Ülkemizde alanlarında gerçekten başarılı oyuncular varken; senaryoları ağdalaşmış, reyting uğruna gereksiz sahneler ve sıkıcı diyaloglarla uzayan dizilerin çekilmesi; Türk izleyicisinin kaderi. Karıştırılıp durulan senaryo kazanında geleceği parlak oyuncuların kaderleri eritiliyor.



Başak ULUSOY
           
            

Algılarınız Gerçekten Açık Mı?



   Günümüzde rakamların, noktalama işaretlerinin, yazının boyut ve şekillerinin algımızı yönlendirip cebimize uzandığı bir gerçek.

   Hangimiz %70’lere aldanmadık ki? Mağazaların vitrinlerinde büyük puntoyla yazılan %70 ibaresi bizi hayal alemine sürüklerken; diğer yandan büyüteçle görebildiğimiz ‘dan başlayan fiyatlarla’ yazısı, hevesimizi kursağımızda bırakmakta. Ya algılarımızı açık tutacağız ya da hayallerimizle pamuk eller cebe pozisyonuna gireceğiz.

   Peki, 9’un sırrı nedir? Bilindiği üzere, ödeme esnasında yuvarlanan sihirli dokuzlar dört bir yanımızı sarmış durumda. Bu durumu fazla abartabiliyorlar. Bir ürün üzerinde 15 TL’den 14.99 TL’ye düştüğünü belirten bir etiketle bile karşılaşmıştım! 10 TL yerine 9 TL; 50 TL yerine 49 TL’lik ürünü tercih ederek birkaç kuruş daha az ödemenin gururuyla motive oluyoruz. Bunun yanı sıra, Quantitative Marketing and Economics‘in araştırmasına göre, kadın giyimde aynı ürüne önerilen 34 dolar ve 39 dolarlık fiyatlarda, 39 dolarlık fiyatın %24 daha çok tercih edildiği görülmüş. Yalnızca basamak sayısının düşürülmesi değil, rakam olarak da algılarımızın şekillendirilmesi hayret verici doğrusu.

   Küresel bir mağazada beğendiğiniz gömlek, 80 TL’den 50 TL’ye düşmüş. Büyük indirim! Evet, en çok da büyüsüne kapıldığımız nokta burası. Fark yaratan karşılaştırmalar ilgiyi arttırır. Normalde indirimli fiyatına bile değmeyecek ürünlere algı yanılmasıyla yöneliyoruz.



   ‘1650, 1.650, 1.650.00’ Bu fiyatların hepsi aynı kapıya çıkıyor. Fakat bize her zaman ‘1650’ diğerlerine göre daha ucuzmuş gibi gelir. Beynimiz basitlikleri daha kolay algıladığından bu yanılgıya kolayca düşebiliyoruz.

   ‘Stoklarla sınırlıdır’, ‘son iki ürün!’ cümleleri de sık karşılaştıklarımızdan birkaçı. Gerçekten stoklarla mı sınırlı, yoksa satın almayı hızlandırmak ve karar sürecini kısaltmak amacıyla mı uygulanmış bir yöntem? Son iki ürünün haftalarca raflarda kalması da hayret verici doğrusu!

   Fiyat; arz ve talebin birleştiği, alıcı ile satıcının anlaştığı noktada gerçekleşiyor. Bunu fırsata çevirenler; insani algılarımızı kar bilerek cebimize giden en kısa yolun kavgası içinde, hayat mücadelelerine bizleri de katmaya devam edecekler.



Başak ULUSOY

Retro ile Mutluluk



   Anın tadını çıkarmak yerine geçmişin kalıntılarıyla geleceğe sürükleniyoruz. Davranışlarımız, alışkanlıklarımız, hayata bakış açımız geçmişimizin birer mirası. Neden geçmişi özleriz? Zaman; fikri, olayları ve inancı kutsar. Zaman geçtikçe geçmiş sırlanır, değerlenir. Değerin değerlenme süreci, ilgiyi arttırır. Bizler unutkan varlıklarız. Maziden kalan mutluluk kırıntılarıyla tatmin oluyor; geleceğin zorluklarına, anın hüznüne onlarla tutunuyoruz. Eski mutluluklarımızın üzerine yenisini koyamayınca maziye takılıp kalıyoruz. Eskilerle teselli buluyor, andan uzaklaşıyoruz. Bu yüzden, eskilerimizi atmaya bile kıyamıyoruz.


   Geçmişe özlem bizi nasıl yönlendiriyor? Pikap alıyoruz, eski müziklere dönüş yaparak geçmişi yad ediyoruz. Popülariteyle maziyi harmanlayarak Iphone’nun kulaklığını ahizeli tercih ediyoruz. Markete girdiğimizde; Cino, patlayan şeker ve leblebi tozu görünce çılgına dönüp rafları alaşağı ediyoruz. Eski şarkıların yerini, yeni popüler müzikler tutmuyor haliyle. O anlamlı sözleri, duyguları, yaşanmışlıkları vermiyor zamanın popülerliği. Yüksek bel modası, gençlik çılgınlığımıza uzandıkça yıllanışımızı hüzünle anıyoruz. Al Yazmalım tişörtlerine bakıp “Nerede eski sevdalar” diye hayıflanıyoruz. Geçmişin sahipliğiyle geleceğin üveyliğini kıyaslıyoruz. Pazarlama sektörü de bundan ‘retro pazarlama’ adıyla epey kazanç sağlıyor. (Retro pazarlama, anı haline gelmiş algıları marka ile birleştirerek, müşteri ile benzer hislere sahip bir marka olduğunu gösterme yöntemidir. Örneğin; Coca-Cola’nın eski cam şişesini ısıtıp önümüze koyması, Arçelik’in 50.yılına özel renkli eski buzdolaplarını üretmesi gibi…) Bir diğer ifadeyle, anılarımızdan prim elde ediyorlar. Geleceğe mutluluk vaat etmiyorlar da geçmişin kırıntılarıyla idareyi öğretiyorlar. Biz maziye, onlar paramıza hasret. Sonuç olarak, onlar özlemlerimizi satıyor biz de hatıralarımızı satın alıyoruz.


   “Nostalji satar, gelecek uçar.” Geleceğin belirsizliğini geçmiş tatminlerimizle inşa etmeye devam ediyoruz.



Başak ULUSOY

Bir Parça Sevgi Açlığı



       Sabahın altısı, gün yeni ağarıyordu. Pencere tam kapanmadığından rüzgarın uğultusu odada yankı yapıyordu. Esin, yavaşça gözlerini araladı. Şu sıralar uykusunda düzensizlikler vardı. Kabuslar onu sıçratarak uyandırıyordu. Birden vücudunu soğukluk kapladı. Yorganı üzerine çekti, yalnızlığını örtmek istercesine. Düşünceleriyle savaşıyordu, bir savaşçı azmiyle galip gelerek kendisini uykunun kollarına bırakmak istiyordu; fakat savaş alanında direnişi umutsuz, kendisini feda eden piyon gibiydi. Pes etti ve yüzünü yıkamaya gittiğinde aynada gördüğü biçare, tükenmiş bir beden ve keder rüzgarının aşındırdığı bir çehre… Suyu yüzüne vurdu, kederi silmek istercesine. Yüzüne her çarpışında diriliyor, öfke kuyusunun dibini boyluyordu. Kalp yarası ne acı bir sızıydı. Kelimeler dudaklarında kangren olmuştu. Yüreğini on bin parçaya bölen, yanan; ama kanayamayan kelimeler… Titreyen elleriyle telefonuna uzandı. Belki bir mesaj ya da bir çağrıyla kendisini bulabilirdi; fakat o kendisini Selim’de yıllar önce kaybetmişti. Kahve yapmaya koyuldu. Kül tablasında yarım kalan sigaraları ayıkladı. İçmezdi; ama mantığını da harekete geçiremiyordu. Sonbahardı. Kurumuş yapraklar, dallarından vazgeçiyor, huzurlu bir ölümü arzularken rüzgarın şiddetine kapılıp kendisini kaybediyordu. Esin de vazgeçtiği dalı ve bu hisse nasıl hapsolduğunu düşündü. Kendisini kötü hissettiği zamanlar sahilde huzur bulurdu. Simidi küçük parçalara ayırır; her bir parça kalp kırıklıklarını temsil ederdi. Denize savurduğunda parçalar bütünleşirdi. Sonra, martıların mücadeleyle onları yakalayışını izlerdi. Okyanus gibiydi duyguları; ama insanlar sadece kıyılarına erişebiliyordu. Mesaj sesiyle irkildi. “Saat 11’de Rıhtım’ da…” Selim’ dendi. Ne zaman ciddi bir mesele olsa sahile giderlerdi; çünkü, sadece orada sakin kalabilip, mantıklı düşünebildiklerini öngörüyorlardı. Esin, bir telaşla hazırlanmaya koyuldu. Ne kadar biçare ve tükenmiş olsa da Selim’in karşısında kararlı ve başı dik durmalıydı. Rıhtım’ a erken vardı. Buluşma öncesi sakinlik için, bir simit alıp martılara atmaya başladı. Dalgaların kayalara vurduğu her an, anıları yüzüne bir defa daha çarpıyordu. Ardından o, geldi. Elinde bir de simit…

                                



         “Martılara simit atmayı seversin sen. İyi gelir diye düşündüm.“ dedi, Selim. Biraz mahcup biraz ciddi bir tavırla…
        “Teşekkür ederim sanırım biraz erken gelmişim. Martılar pek iştahsız, fazla hüzne şahit olsalar gerek.” dedi, Esin. İçinden bir ses: “Keşke erken geldiğini söylemeseydin, görüşmeye hevesli sanacak.” dedi o anda. Kadınlık dürtüsü işte... Gurur yaptı.
        “ Üşümüşsün, istersen bir yere geçip oturalım.” dedi. Kendince düşünceli bir tavırla…
        “Yok, böyle iyi.” dedi, Esin biraz sert, biraz da öfkeli. Konuşmak çok zordu bu saatten sonra. İyi düşünceler terk etmişti. Nasıl iyi olabilirdi ? Ona iki gün önce “Başkasına aşığım.” diyen bir adama nasıl olurdu da ılımlı yaklaşabilirdi ?
        “Biliyorum, seni çok üzdüm; ama inan suç sende değil, bende. Bir anda gelişti her şey. Sen çok iyi bir insansın ve seni aldatmak istemediğimden dürüst davrandım. Dost kalabiliriz istersen.” dedi, Selim.

        O an Esin, sinirden gülümsedi, bir süre bir şey söylemedi. Bu son görüşmeleriydi, biliyordu. Yılların hatırına kabul etmişti. Ya içinde büyüttüklerini söyleyecekti ya da susarak arkasına bakmadan yoluna devam edecekti. Son kez: “Evet, bilirim. Aşk, anlık bir duygudur ve kimse karşı koyamaz. Bu konuda yapabileceğimiz bir şey yok; fakat başkasına aşıksan, bana olan aşkın biteli uzun zaman olmuş. Keşke bunu söyleyebilecek yüreğin olsaydı. Keşke şu an ayakların yerine gözlerime bakabilseydin. Hislerinin azaldığını söyleyip de çıkıp gitseydin hayatımdan. Sen, kendinden vazgeçecek kadar sevdiğin birinden: ”Başkasına aşığım.” Cümlesini duymanın ne kadar ağır olduğunu bilir misin? Her anımda senli hayaller kurarken, sen o güzel gülümsemeni başkasına sergiliyormuşsun. O da güldüğünde kısılan gözlerindeki aşkı okuyabiliyor muydu? Kalp ağrısı hissettiğimde sen onu düşlüyormuşsun meğer. Hani bahsederdin ya gülümsememdeki içtenlikten. Şimdi, hüzne esir düştüm. İhanetinin tokat gibi çarpışını görüyorum aynaya her bakışımda. Gözlerimdeki ışıltıda seni bulmak yerine, artık koskoca yalanı nicedir kalbimde nasıl taşıdığımı düşünüyorum. Yıllarca aldatılmak için vermişim onca emeği sana. Hak etmemiştim bunu. Ben seni bu kadar derin severken, gözlerim her an her yerde seni aşkla ararken, sana koşarak sarıldığım o günde senden o sözleri duymayı hiç hak etmemiştim. Şu an ne desem kifayetsiz. Sen, bir anlık hevesine giderken, ardında yaralı bir yürek bırakıyorsun. Sensizliğe alışırım, belki ihanetin senden nefret etmeme yardımcı olur. Biliyorsun aşk, nefrete dönüşebilir. Ya bu şehirdeki anılarımız? Yeni kız arkadaşını da götürecek misin mutluluk kırıntılarını serptiğimiz yerlere? Bağıra bağıra şarkılar söyleyecek misin onunla da? “Anı yaşa” diyecek misin? Hayır, o ‘an’ bendim ve ‘an’ da kaldım. Peki ya o, seni sevecek mi benim kadar? Bir anlık hevesine beni kaybettiğine değecek mi? Bundan sonra hayatında yokum, gerçi öncesinde de yokmuşum. Ben sadece kendi yalnızlığımdaki platonik bir aşka tutunup yaşamışım. Aşkıma aşık olmuşum ben; sana değil. Duygularıma boyun eğmiş, onlara hasret kalmışım meğer. Seni hayat mücadelende yalnız bırakıyorum. Martıların bir parça simide gösterdiği mücadele gibiydi senden bir parça sevgi bekleyişim. Sen o sevgiyi, sadakatiyle seven kadına vermek yerine an’a tutunan heveslerine vermişsin. Halbuki ben de açtım, çok açtım sevgine. Keşke bu kadar bağlanmasaydım. Geçer, kabuk bağlar ama içten içe hep kanar bu yara. Mutluluklar diliyorum. Umarım sen de benim gibi aç kalmazsın, umarım o aşık olduğun kişi sevgisiyle besler seni. Hoşça kal!”
       Esin, sözlerini bitirdikten sonra, Selim’in yüzüne baktı ve yanağını üşüten birkaç damla yaşı gördü. Esin’in haline acımıştı ya da geçen yıllara. Belki de cahilliğine yandı.
      “Gitme!” diyebildi sadece.


                                       
   
    Keşke o sözü çare olsaydı, keşke o anda sarsabilseydi tüm yaralarını. Esin, ardına bakmadan, güçsüzlüğüne rağmen dimdik gitti. İçine akıttı gözyaşlarını, haykırırcasına sustu. Hayata karşı her zaman güçlü durmak zorundaydı. Şunu da kavramıştı: Martılar gibi bir parça simit uğruna, günlerce çaresiz beklemek ve mücadeleye girişmek onu güçsüz yapardı. Esin, sevgiye muhtaçtı; ama bir tutam sevgi için hayatını tek kıyıya bağlayamazdı.

Başak ULUSOY.

Sadece Gidiş


    Gün yeni ağarıyordu. Saat 6.30’u gösterdiğinde telefonun ölüyü dirilten melodisiyle uykumdan sıçradım. Yalnızca bu melodi, ‘ertele’ tuşuna basmaktan alıkoyuyordu beni. Yoğun bir gün olacaktı; ama yatağın sıcaklığından kendimi alamıyordum. Yine bir doktor randevusu! İki gün önce omzumu incittiğimden yüzme takımından alınmıştım. ‘Bir süreliğine’ başlığı altında ömrümü bırakmıştım o maviliğin derinliklerinde. Annemin vefatından sonra, yalnızca antrenmanlarla kendimi o derin maviliğin içinde huzurlu hissedebiliyordum. Kendimi meşgul edecek bir şey bulamadığımdan düşünmeye fazla zaman kalıyordu. Düşünceler hafızamı yokluyor, zedeliyor ve beni tüketiyordu. Uyku düzenim bozulmuştu ve bir ayda beş yaş çökmüştüm. Kahve ve sigarayla iğrenç bir güne daha başlangıç yaptım. Kapıyı açtığımda, yığınla günlük gazetelerimle karşılaştım. Günlerdir kapının yanından dahi geçmemiştim. Gündeme dört gazete uzaktaydım. Birkaç dakika sonra can çekişircesine çalan telefonumun melodisini duyar gibi oldum. Telefonu bulana kadar da kapandı. İşime de geldi, biriyle konuşacak havamda değildim.

    Birkaç saat sonra bedenimi dışarı atabildim. Yolda Şenay ile karşılaştık. Sabah arayan oymuş, endişelenmiş. Söylediği üzere; eroin bağımlılarına benziyormuşum, sesim travestiyi andırıyormuş vs. sokak ortasında iyice gerildim. Evden çıkmakla da hata ettim, sanki mucizeyle karşılaşacakmışım gibi! Akşam arkadaşları da alıp bana geleceği söyledi. Acılarımın, yalnızlığımın tadını da çıkaramıyorum! Umursamadım; çünkü o sırada Şenay’ı atlatmanın yollarını arıyordum.

    Hastaneye girdim ve sıramı beklemeye koyuldum; fakat kalabalık beni daha da boğuyordu. Pes ettiğim anda ismim anons edildi. Umutsuzluğum daimi yoldaşımdı. Hiçbir zaman eski halime dönemeyecektim ve yüzme ‘hayatım’ bitmişti. Önümde gelecekten yoksun, yaşadığım ve tekrar tekrar yaşayacağım keder dolu geçmişim vardı. O an eve yürümek değil ışınlanmak istiyordum. Günlerce yatakta kalmak yada bir arabaya atlayıp kendimi sürat yaparken bulmak. Ayağımı gaz pedalından ayırmadan, sonunu düşünmeden gidebilmek… Gittiği yere kadar…

    Zilin çalmasıyla bir anda sıçradım. Kapıyı açtığımda: “Biz geldikkk!” bağırışıyla hepsi içeri daldı. Biralar, cipsler, etrafa saçılan konfetiler derken, en önemli şeyi unutmuşlardı, ‘Cehenneme Hoş geldin Pınar’ süsü. Bu cümle beni tam anlamıyla ifade ediyordu. Beni yanlarına katmaya çalışarak sıkıştırıyor ve dalgaya alıyorlardı. İçimde fırtınalar kopuyordu da dudaklarından tek kelime çıkmıyordu. Rahatsızlığımı göre göre çirkinleşmeye devam etmelerine en güzel cevaptı aslında ‘defolun’ demek. Hiçbir şey demeden odama çekildim. Kederimi çığlık çığlığa yaşamak, yalnız kalmak ve sorunlarımla her gün daha da acıya batmak istiyordum. Ne içki içip dağıtmak ne de sahte gülücüklerle fotoğraf karelerinde yer almak… Bu ev, bu eşyalar, bu koku… Her şey geçmişimden izler barındırıyor ve beni girdap gibi içine çekiyordu. Canıma tak etti, ne bir eşya ne bir telefon yalnızca bedenimle sürüklendim havaalanına. Tükenmiş; fakat kararlı bir sesle: “Kalkış saati en yakın uçağa, sadece gidiş…”


Başak ULUSOY