12/26/2014

Kadınlık Güdüleri



     Stres üzerine stres eklenen günlerimden biriydi. Uyandığımda 09.00’u geçiyordu, geç kalmıştım. Yine güne, 08.00’de erkek arkadaşımın tatlı sözleriyle başlamayı düşünürken geç kaldığımla kalmıştım. Bir de üzerine gördüğüm o yorucu rüya… Kahvaltımı ederken bir yandan da Google amcaya “rüyada yokuş çıkmak ne demek?” yazıyordum. Ne de olsa tüm sorularımı usanmadan, bin bir seçenekle cevaplayan bir o vardı hayatımda. Önüme çıkan sayfada :”Bir kimse rüyada bir yokuşu çıkıyorsa, olaylar karşısında daha güçlü olmalı demektir.” yazıyordu. Ah! Güne ne de güzel başlangıç! Elbette, güçlü olmalıydım. Bu zamanda zayıfken bile güçlü görünmeliydi insan. Zayıflığından pay sergiledin mi, malzeme oluyordun milletin ağzına.

     İşe başlayalı bir hafta olmuşken, geç kalmak zihnimi çelişkiye uğratıyordu. Yıllardır bu iş peşinde koşmuş, maaşımın asgari ücretin altında olmasına dahi göz yummuş, işime kendimi adamayı hedef bellemiştim. Yalnız, daha haftanın başında tükenmiştim. Başlangıçta, kariyer hedeflerim çok istikrarlı şekilde ilerlese de, hayatta her şeyin kariyer olmadığını zaman gösteriyordu; fakat hayallerime ket vuramıyordum. Daha ilk haftadan işime öncelik verdiğim görüşüyle erkek arkadaşımla tartışmıştık. Halbuki, asıl sorun düşüncesizliğiydi. N’olurdu sanki ilk iş günümde bana çiçek yaptırıp gönderseydi? İlk haftadan ne kadar değerli olduğumu etrafa gösterebilseydim. Belki bana böcek muamelesi göstermezlerdi. İlgi ve saygı istiyordum. Sevildiğime herkesin şahit olmasını, kıskanılmayı ve övülmeyi… Hep böyleydim, ilgi arsızı ve sabırsız. Ne çok şeyi göstermelik yaşıyoruz şu hayatta. Açlıktan midemizde bombalar patlarken bile yer bildiriminden ve yemek paylaşımından eksik kalmadığımız ne trajikomik sahneler yaşıyorduk. Zamanla ayıplanan şeyler, süreç içerisinde olağan karşılanır hale gelmişti. Ölümler bile günü birlik acılarla harmanlanıyordu.

     Ofise giriş yaptığımda şanslıydım ki, patron henüz gelmemişti. İstanbul’a özgü en popüler bahaneyle :”Trafik felaket. Zor yetiştim.” deyiverdim. Doğruydu da aslında. İnsanlar toplu taşıma yerine şahsi araçlarına binerek trafiği tıkıyordu. Ben de onlardan biriyken, bahanelerim ayıbımı örtüyordu. Masama oturdum ve maillerimi kontrole başladım. Yine yüksekten uçuyordum. Kimdim ki daha sabaha maillerimle başlıyordum? Hollywood etkisi vurdu geçti yine. Türk kahvem masaya geldiğinde hayıflandım. Fal bakılmıyorsa, Türk kahvesini ziyan ettiğimi düşünürüm hep. Neyse ki Falcı Bacı var. Herkese aynı fal yorumu yollansa da, insan kafasını hayali öngörülerle meşgul etmeyi seviyor. Birkaç saat burç yorumlarıma bakıp, Onedio’da test çözdükten sonra nihayet işime odaklanabilirdim. İş mi? Ah, şimdi film olsaydı da izleseydim. Bir hafta öncesine kadar filmlerden, kitaplardan sıkılıp gerçek hayata dönmek istediğimi söyleyen ben, hayal dünyamı özler olmuştum. Günlerin monotonluğuyla, eve bitkin gelip uyuyakalıyordum. Erkek arkadaşım öfkelenmekte haklıydı.; fakat hala bana çiçek göndermemişti. Kadınlar hiçbir şeyi unutmaz!

     Patron, ofise girdiğinde iki gün önce üzerime yığdığı çalışmaları görmek istedi. On çalışmamın bir tanesini bile beğenmedi; fakat benimle aynı zamanda başlayan karşı cinsin çalışmalarına fazlasıyla odaklanmıştı. Hep derim, kadının kadına yaptığı zulmü başka kimse kimseye yapamaz. Biraz önce karşı masamdaki kadına kocasından çiçek geldi. Yan masamdaki kadın, yurtdışı tatilini ağzını gere gere anlatıyor. Onlardan ne eksiğim vardı? Mutsuzluğa meyilliydim. Bazen iç sesim :”Başka hayatlara özeneceğine, özenilecek gibi davran.” dese de kadınlık güdülerim beni ele veriyordu.



     Günün son saatleri yaklaştığında çıkmak için kırk takla atıyordum. Tek istediğim, evimde polarımla kıskançlığımı örtüp, televizyonda zap yapmaktı. Dakikaları sayarken kendimi otoparkta buldum. Erkek arkadaşım, o kadar çirkefliğimin üzerine bir buket çiçek yaptırıp, arabamın sileceklerine sıkıştırmıştı. Bir de böbürlenerek dikiz aynasından atomu parçalamış gibi bakmasaydı! Adama sarılma hevesimi oracıkta söndürdü. Evrakları unuttum diyerekten ofise sıvıştım. Büyük heyecanla, herkesin ofisten çıktığına emin olduktan sonra gizlice masama bıraktım çiçekleri. Ne diye ofise göndermemişti ki sanki? Neyse, affedeyim keratayı, düşünmüş en azından. Amacıma ulaşmama ramak kaldı.



                                                  
     Eve döndüğümde günün cuma ve ertesinin de tatil olduğunu kavramam geç olmuştu. Koca bir hafta sonunun ardından ortada ne çiçek vardı, ne yaprağı. Çünkü, çiçeklerim iki günde kuruduğu için temizlikçi tarafından çöpe yollanmıştı. O günden sonra çiçekleri sadece dalında sevdim. Gösteriş içine girersen, gösteri malzemesi olursun böyle!

Ah! Kadınlık güdülerim yaktın beni!

Başak ULUSOY

7/13/2014

İki Yaşam Arası


Küçükken rüyamda uçardım. Sürükleyemezdim düşlerimi minik hayatıma ve uçmak, erişemediğimden hep daha çekiciydi. O yüzden, uçma arzusu beni hiç bırakmadı. Çocukken daima bir şeyleri kovalardım. Topu yakalamaya çalışırken, kelebeği avuçlarımın arasında korumak isterken… Koşardım ve mayhoş bir mutluluk bırakırdı üzerimde. Uçmak dışında her şey gerçekti. Bir ara hayalim hostes olmaktı. Sonra çeşitli ölüm senaryolarıyla hayallerimi yıktılar, ben de rüyalarımla yetindim.

                                       

Büyüdüm ve daha çok koşuşturmaya başladım. Fiziksel değil; ama ideallerim uğruna mücadele ederek koştum. Küçük Prens’in fil yutmuş boa yılanına ‘şapka’ denilmesiyle pes etmediği gibi ben de vazgeçmedim. Dünyayı dolaşmadım; ama zihnimde dolaşan bilgilerle adımlarıma yön verdim. Sosyallikten, arkadaş çevremden ve sağlığımdan vazgeçerek dışardan eksildim, içerden çoğaldım. Mola vermeden, ardımda parçalarımı bırakarak koştum. Koştum da birinin gözlerine bakmak için hiç beklemedim. Ta ki O rüyama girene kadar…

     “Dinlen.” dedi.

     Ne demek istediğine anlam veremedim. Yorgun değildim ki.

     “Kalbini aşkın ellerine bırak.”

     “Aşkın ellerindeyim zaten. Yıllardır aşkımın peşinden koşuyorum.” dedim.

     Sessizlik çöktü ve yüzü birden karşımda belirdi. Rüyalarımıza giren herkes aslında gün içinde karşılaştığımız kişilerdi; fakat siması hiç de tanıdık gelmedi. Uzun bir çehresi, kahverengi gözleri ve dudağının kenarında ufaktan bir beni vardı. Uzun boyluydu; ama bir gibiydik. Gözlerimi kaçırdığım esnada elimi tuttu.

     “Ara beni!” dedi ve elime bir kağıt parçası tutuşturdu.

     Uyandım. Telaşla avcumun içine baktım. Kağıt yoktu. Sinirlendim, yatağı yorganı alaşağı ettim. Biraz abartmış olacağım ki yastığımdan yayılan tüyler etrafımı sardı. Dudaklarımı büküp sıkılgan bir çocuk gibi düşünmeye başladım. Hep düşlerimde yaşadığımı söylerlerdi de yalanlardım. Peki bu yaptığım neydi?! Rüyalarım beni tesiri altına almayı severdi. Göz temasından kaçındığımı ve kendimle konuştuğumu söylerlerdi. Ben ise hiçbir zaman uyku ile uyanıklık arasındaki çizginin gerçek boyutuna geçemedim. ‘Bana göre’ gerçekte sohbet ettiğim kişiler vardı.




     Günlerce o gizemli adamı düşündüm. Kimdi? Ne ima etmek istemişti? Gündüz uyumaktan nefret etmeme rağmen sırf onu görmek için defalarca uyudum. Göremedim. Bir süre cadde ve sokaklarda arşınlanırken asfalt yerine insanların yüzlerini inceledim. Yol boyunca konuşan, gülen ve suratı beş karış yüzlerce insan gördüm. Tüm o kalabalığın içinde onun yüzünü ayırt edebilirmişim gibi geliyordu. Olmadı, insanları maskeleriyle bırakıp çaresizce eve döndüm.

     Otuz yedi gün geçti. Hala rüyamın gizemini çözemedim. Bazı zamanlar unutmayayım diye evin içinde hayalini canlandırdım. Aşkım başımdan aşkın derken işim araya karıştı. Uzun bir çalışma hayatı beni bekliyordu. Hayallerimle geçireceğim uzun soluklu saat dilimleri… Bunun için çok bile tatil yapmıştım! Bunları düşünerek zaman kaybedemezdim. Terfi almama ramak kalmıştı.

     “Pes ettim!” derken O, rüyama geldi. Ne çok beklemiştim. Minicik gözlerine meydan okurcasına içime işleyen derin bakışları kalbimi alevlendirdi. Hayatımda ilk defa aşık olmuştum.

     “Arama beni, hisset.”

     “Nasıl hissedebilirim? Bunların hiçbiri gerçek değil.”

     “Kalbini ellerime teslim ettin. Sana uçmayı öğretmek istiyorum.” dedi.

     Nereden biliyordu uçmanın en büyük hayalim olduğunu? Sadece rüyaydı ve çocukluğumdan beri uçamıyordum. Öyle hasrettim ki… Güvendim ve ellerimi uzattım. Dokunuşu kalbimi ısıttı. Hayatımda olmadığım kadar mutlu ve güvende hissettim. Cennet gibiydi. Bir anda kendimi evimin balkonunda buldum. Sonunda onu evime getirmiştim. Elinden tutup çekiştirdim. Yaşadığım evi, hayatımı, hayallerimi ona göstermek için sabırsızlanıyordum.

     “Dur! Önce aşka uçalım.” dedi.

     O an anladım hayatın beni fazlasıyla yorduğunu ve düşlerimle boğuşmamın nedenini. O yanımdayken huzuru, yaşamı hissediyordum. Aslında mutlu değildim. ‘İdeallerim’ dediğim şeylerin ömrümü törpülediğini gördüm.

     Balkon demirlerine çıktık. El ele bedenlerimizi gökyüzüne bırakırken yıldızlar bize gülümsüyordu. Uçtuk, sonsuz aşka ve bitmeyecek huzura…


Başak ULUSOY

7/07/2014

Çayın Büyüsü


19. yüzyılda ilk buluşmamızı gerçekleştirdiğimiz, anavatanı Çin olan çay, Türkler için derin anlamlar barındırıyor. Dünyaca ünlü Avustralyalı şair Peter Altenberg tarafından ‘ruh banyosu’ olarak tanımlanan çay, günümüzde sudan sonra en çok tercih edilen içecektir.

Çay, demokratiktir. Kapitalizmin gölgesine düşmeyen, iş görüşmelerinde, toplantılarda, dost sohbetlerinde günün her saatinde karşımıza çıkan, her kesimden insanın sofrasında samimiyetle demlenen, günün ilk ışıklarıyla başlayıp son saatlere kadar sevgiyle ikram edilen bir içecektir. Cem Karaca’nın Islak Islak şarkısındaki gibi, “Güneşte demlerim senin çayını. Yüreğimden süzer öyle veririm.”

Çay ne siyah ne de yeşildir. Çay, kırmızıdır. Zafer kanının Türk bayrağını dalgalandırdığı gibi coşkuludur. Bir bardak çay, çekirdek gibidir ve daima sonrakilerinı da beraberinde getirir. Yoğun iş saatlerinde ve kısa molalarda hayatımızı ısıtır. İçimizi ısıttığı gibi hararetimizi de keserek zıtlıkları en güzel şekilde sunar.


Çayın demlenmesiyle kahvaltının hazır oluşu, misafirliğe “çayı demle, geliyoruz.” söylemleriyle gidişlerimiz, çayımız bitmeden kalkamayışımız ve hatta deprem esnasında çayını da beraberinde götüren insanımızın, “Son yudumumu almadan ölmeyeyim.” sözlerindeki samimiyetiyle kültürümüzün büyülü bir parçasıdır, çay.

Türklerin ortak tutkusudur, cam bardak. Rengini görmek, sıcaklığını hissetmek ve kaşığın cama vuruşundaki melodiyi sohbetiyle harmanlamak ister, çay içen. Fakat ince belli bardağın verdiği zevk apayrıdır. Can Yücel’in de ifadesiyle, “Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel, namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.” 

Türkler Çayı Nasıl İçer?

Her yörenin kendilerine has çay içme tarzı vardır. Güneydoğu’da genellikle kaçak çay tüketilir. Rengi koyu, tadı daha acıdır. Bardaklar da diğer bölgelere nazaran biraz daha büyüktür. Gümüşhaneliler orta, Trabzonlular ise az şekerli çayı tercih eder. Tokat’ta bardak ufak da olsa mutlaka ‘dudak payı’ bırakılır. Boşluğun miktarının azlığı veya çokluğu çay sohbetlerinde esprilere mahal vermektedir. Örneğin; dudak payının fazla olması durumunda, “Arap dudağı mı var bende?” ifadeleriyle karşılaşabiliriz. Dudak payına, Sunay Akın gibi, “Çay bardağında bırakılan dudak payı kadar bile uzak kalamam gözlerine.” söylemleriyle duygusal yaklaşanlar da olmuştur. Rizelilere göre ise, en güzeli Çaykur’un üretimi, yani kendi çaylarıdır.

Erzurum ve çevre havarisinde, ikramı genellikle açık renkli ve kaşıksız olarak yapılan çay, ‘kıtlama’ olarak tabir edilen özel bir yöntemle tüketilir. Makaslarla, elle ya da ısırılarak koparılan şeker parçalarının dil altında bekletilmesiyle içilir. Bununla birlikte, misafir “yeter” demedikçe çay sürekli tazelenir. Teşekkür edip, istemediğinizi söyleseniz bile mutlaka ‘cırıldım’ yani ‘zor çayı’ adı altında bir bardak daha ikram edilir. Cırıldım çayını içmemek ise, ev sahibine karşı büyük hakaret olarak algılanır. Diğer bölgelerde ise, daha fazla çay istenmediğini göstermek için kelimelere ihtiyaç duymadan çay kaşığı son içilen bardağın üzerine konur.

Çay içme tarzı kişiden kişiye göre de değişiklik göstermektedir. Kimisi şekerin çayın tadını bozduğunu söylerken; kimisi de keyif çayının şeker ile tamamlandığını ifade eder.

Çay, Türk insanı için günün her saatinde, her yörede, ayrı ve özel anlamlar taşır. Çay; barışı, sadeliği, eşitliği ve basitliği simgeler. Nazım Hikmet’in de dediği gibi, “Basit yaşayacaksın basit, sanki bir gün yaşamın sona erecekmiş gibi basit, çay, simit ve peynirle.”




5/23/2014

Sosyal Medyada Güvenlik



  İnternetin gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla sanal dünya içinde sanal kimlikler yarattık. Akıllı telefonlar, tabletler ve bilgisayarlar aracılığıyla günün büyük bölümü çevrimiçi olduğumuz yeni dünyada; sanal kimliklerimiz, gerçek kimliklerimiz kadar değerli.

  Eskiden insanları tanımak, sosyal ortamlarda saatlerce sohbet etmeyi gerektirirken; artık Facebook profilleriyle adı-soyadı, doğum tarihi, siyasi görüşü, inancı, beğenileri gibi pek çok bilgiye kısa sürede erişebiliyoruz. Twitter’da anahtar kelimeleri kullanmak, mobil cihazlarla özel bilgilerimizi paylaşmak, yer bildirimi yapmak Big Brother’ı harekete geçiren etkenler arasında. Bunun sonucunda, bilgilerimizin yabancı kişilerin eline geçmesi ve güvenliğimizin tehdit altına girmesi kaçınılmaz. Bizler de büyük bir endişeyle güvenliğimizi ve gizliliğimizi koruma önlemlerine girişiyoruz. Deyim yerindeyse, kendi yırtığımızı yamıyoruz.

Nasıl Önlem Alabiliriz?

  1. Nasıl ki eviniz ve arabanız için farklı anahtarlara sahipseniz, her hesap için farklı şifre şart! Aynı zamanda, şifreleri belli zaman aralıklarında değiştirmek de çok önemli.

  2. Gizlilik ayarları sürekli kontrol edilmeli. Özellikle, Facebook güvenlik ayarlarını sürekli güncellediğinden ayarlar da değişebilmekte. Facebook zaman tünelinizi ve profillerinizi Facebook içi ve dışı aramalara kapatın.

  3. On düşün bir paylaş! Paylaşımları silmek, dijital ortamdan tamamen kaldırmıyor. Paylaşımları beğenen, yorum yapan ve aktaran kişiler, silinse de siber dünyada devamlılığı sağlıyor.

  4. Arkadaşlık ilişkilerini sanal düşünme! Gerçek yaşamınızda tanımadıklarınızla kolay iletişime geçmediğiniz gibi sosyal platformlardaki hızlı arkadaşlıklardan da kaçınmalısınız.

  5. Yer bildirimi yapmak, kötü niyetli kişilere güvenliğinizi tehdit edecek bilgiler vermeniz demektir. Sık sık yer bildirimi yapmayarak tehditlerin önüne geçebilirsiniz.

  6. Güvenli bir internet için VPN kullanın. ( IP adresinizi saklayarak internette takip edilmenizi engelleyen bir sistem.)

Güvenlik için Neler Yapılıyor?

  Siber Suçlar Sözleşmesi, Türkiye Cumhuriyeti tarafından 10.11.2010 tarihinde çekinceler belirtilerek imzalanmış; fakat TBMM tarafından onay verilmemişti. Onay kanunu ise 02.05.2014 tarihinde meclisten geçmiş ve yürürlüğe konmuştur. ( Bilgisayar ve internet suçlarını gözeten ilk uluslararası sözleşmedir.) Sözleşme, telif haklarının ihlalleri, bilgisayarlarla ilgili sahtekarlık eylemleri, çocuk pornografisi, ağ güvenliğine ilişkin suçları tanımlıyor ve mücadele etmede işbirliğini öngörüyor.

  Bir diğeri, dijital şirketler de daha güvenli ve emniyetli yerler oluşturma çatısı altında çeşitli ödüller sunmakta. Örneğin; Yandex, Google, Facebook gibi internet siteleri, kullanıcılara güvenlik açıklarıyla karşılaştıklarında bildirmelerini ve akabinde ödüle tabii tutulacaklarını açıklamıştır. Bununla birlikte, isimlerinin de şeref listelerine dahil olacaklarını belirtmişlerdir. Örneğin; Ankara’da yaşayan on dokuz yaşındaki Gökay Gündoğan Facebook’un on güvenlik açığını bularak on iki bin dolar ödül aldı. Twitter yöneticilerini de kendine hayran bırakarak teşekkür listesine ismini yazdırdı. Bahsi geçen on güvenlik açığını görseniz: “Bunları biz de biliyorduk da belirtmedik.”, “Bunları Facebook’un özellikleri sanıyorduk.” derdiniz. Evet, hepimizin görüp de dikkate almadığı şeyler on iki bin dolar değerinde!

  Sizler de güvenlik önlemlerinizi kontrol edip gözlerinizi açık tutun. Belki bir gün sizler de on iki binleri görebilirsiniz.



Başak ULUSOY

5/06/2014

İhtiyaçlar Hiyerarşisi Değişiyor Mu?

Maslow bugün yaşasaydı hiyerarşiyi böyle çizerdi.
                                         

  İnsanların istekleri, alışkanlıkları, konuşmaları, ilgileri ve hatta uyanma şekilleri bile gün geçtikçe değişiyor. Hangimiz uyanır uyanmaz kahvaltı hazırlamaya girişiyoruz? Çoğu insan, uykusunu açmak için kahve… Hayır, insanlar artık sosyal medyayı kullanıyor! Akşam onda girilen yatakta bire doğru anca gözümüzü kapatıyoruz. “Daha fazla Facebook, daha fazla Twitter” diyerek sosyal medyanın kökünü kuruttuk. Uyanır uyanmaz kendimizi bulduğumuz tek yer; sosyal mecralar. Elimizde olsa çapaklarımızı da applicationlarla yok edeceğiz.
  Facebook hesabınızın hacklendiğini düşünün. Dünya başınıza yıkılır, değil mi? Güvenliğinizin tehdit altına alındığını düşünür, korku dolu saatler geçirirsiniz; fakat esas tutsağın zihniniz olduğunu bir türlü fark etmezsiniz. Reel yaşamda bedeni ele geçirilen kişi; “Bırakın, ölmek istemiyorum.” diye haykırırken; hesabı hacklenen kişi: “Sanal benliğimi öldürmeyin, hayattan kopmak istemiyorum.” der. Her ikisi de neredeyse eşit birer cinayet olarak algılanır!
 Arkadaşlarımızla buluşma ayarladık. Kafeye gittik.
-          ”Wifi var mı?”
-          “Var efendim, az pişmiş mi istersiniz, çok pişmiş mi?”
  Önce menü sorulur! E tabi, hayata bağlanmak lazım önce. İkinci aşama, 'check in' mevzusu. Eğer bulunduğumuz yeri belirtmezsek hayaletlerimiz dolaşır orada. Check in tamamlandıysa, bedenin de ruhunla bütünleşmiş olur. Arkadaşlar sohbete girer:
“Geçen bir tweet okudum, çok iyiydi.”
“Ayşe Facebook’tan bir fotoğraf paylaşmış gördünüz mü?”
Eee hayat nasıl?
 “Çok dijital.” E tabi, biz de sanal benlikleri eleştirmek için buluşuyoruz ne de olsa. Mobil ekranlara hipnotize oluyoruz. Ne çevremizdeki yüzleri görebiliyor ne de ayırt edebiliyoruz. Hafızamızda yer eden şeyler; okuduğumuz tweetler, Facebook paylaşımları, kimin nerede olduğu vs. Sonuç: “Hadi kafeye gidip telefonlarımızla oynayalım!”

  Ailemizle ne kadar zaman geçiriyoruz? Günde iki saat? Bir saat? Yarım saat? Geçen gün, elektrikler kesildi, sohbetimiz açıldı. Ailemle iki saat sohbet edebildik. Meğer babamın beyazları artmış, annem beş kilo vermiş ve koltuklar değişmiş!
  Twitter’da bini aşan takipçin mi var? Reel hayatta olmadığın kadar değerli ve sıra dışısın. Çünkü orada paylaşımlarının beğeni sayısına ve takipçi sayına göre değer görüyorsun. Bu yalan dünya tatlı geliyor, kopmak istemiyorsun.
  Kendini hangi hayatta gerçekleştiriyorsun? Sanal mı reel mi? İnsanlar, nerede takdir edilirse orada tatmin olur, başarıyı hisseder. Dijital dünya kollarını açtı, seni teselli etmeyi bekliyor. Wifi, ihtiyaçlar hiyerarşisine sızan bir hipnoz makinesi!
  Öyleyse hep bir ağızdan: "Vayfayla bağlan hayata, hayata bağlan vayfayla.”

Başak ULUSOY
05.05.2014

Eskişehir YeniGün Gazetesi.

5/02/2014

Platonik Mavi

      Deniz aşkı bambaşka. Öfkeni bırak gökyüzüne, dalgalar kucaklasın, kayalar sırtlansın. Hayattan, insanlardan, hatta kendinden de mi uzaklaşmak istiyorsun? Huzurun bedenini sarışını denizin kollarındayken hisset. Denizin tuzu merhem olsun tüm yaralarına. Bu aşka, İstanbul aşkı da eşlik ediyorsa engeller çözülüverir. İstanbul’da yaşayanlar bilir eşsiz havasını, caddelerini, karşı konulamaz güzelliğini. İlaçtır İstanbul, neşeye neşe, hüzne umut katar. Ayrıldığın vakit, her yer yabancı, üvey, soğuk… Birkaç güne hasret çanları çalmaya başlar. Dilinden ‘İstanbul’lu cümleler dökülür. Denizi, boğazı, yeşili, taşı, toprağı her yeri hasret, aşk kokan şehir. Bu yüzdendir nice şarkıların dile ve şiirlerin kaleme gelişi. Doyulamayan şehir, İstanbul. İnsanlar, hep daha fazlasını arama arzusuyla cesaret hapı içmişcesine arşınlar sokakları. Tok tutar İstanbul. Havasını solumak; alkol bağımlılarının her gece alkole susaması, evlat kokusu ve çikolatalı sufleye karşı koyamamak gibi. O yüzdendir ki, Türkiye, 2012 yılında İstanbul havasının Topkapı Sarayı Müzesi’nde satılmaya başlanmasıyla hayrete düştü. Halk arasında “Neyi satacaklarını şaşırdılar yahu!” , “İnsanları dolandırıyorlar.” benzeri söylentiler yayıldı. Açıkçası bir İstanbullu olarak havayı canlı solumak varken konserve kutusunu koklamayı elbette ki tercih etmedim. Ta ki, Eskişehir’e yerleşene kadar. Hasretine o kadar dayanamadım ki, müzeye gidip bir tane kapıverdim. Sonradan edindiğim bilgiye göre, internette iki üç katı fiyatlara satılıyormuş. Ne havaymış arkadaş ! Dostlar meraklandı, birkaç tane de onlara aldım. Yıllardır İstanbul’un hayalini kuran, içi kıpır kıpır benim gibi gençler...“İstanbul’un havasını da almadık demezsiniz” deyiverdim. Pek hoşlarına gitti. 

                                    
            

             Eskişehir’e ayak bastığım ilk zamanlar hayıflanarak denizi arıyordum. Kampüsün içinde gezindiğim sokaklar, denize çıkıyordu adeta. Cadde ucundaki mavilik içimi coşkuyla sarar da kendimi denizin varlığına inandırırdım. Hayalime ket vurmamak için de o caddenin sonunu hiç yürümedim.
            Maviye zaafım vardı. Bir süre Kent Park’tan ve Sazova’dan alamadım kendimi.. Sağ olsun Yılmaz Hoca yapay deniz yapmış. “Deniz görmesek iyi yedirecekler şu küçücük havuzu.” diye söylenir dururdum. Bu, bildiğin havuz, deniz dediğin, ucu bucağı görülmez. Baktığında sonunu kestiremezsin. Eskişehir, Venedik havasıyla kalmalıydı. Venedik’te hiç bulunmadığım için Eskişehir benim için bir Venedik'ti adeta. Tabi, fotoğraflardan gördüğümüz üzere evler yarıya kadar suyun içinde değil; ama uzanabileceğin çimenlik alana sahip. Bir de, gondollarla yapabileceğin romantik bir gezinti. Romantik gezintiden kastım, beş altı arkadaşını toplayıp gondollara doluşmak değil elbette. 

                       
            

           Bir de Sazova var. Beni çocukluğuma, Tatilya'ya götüren hayallerimin diyarı. Ne güzeldin Tatilya. 2007’de Kuzey Irak’a taşınmasıyla eğlence dünyam enkaz altında kaldı. İçerisinde bin bir türlü eğlenceli aletleri barındıran kendimden geçtiğim tek yerdi. O da gidince kendimizi bilgisayarların başından alamadık. Yıl 2014, değişen şey; internet mobilleşti, cep telefonları elimize esir düştü. Gün içerisinde kendi şarjımızı düşünmediğimiz kadar onlarınkini düşünüyoruz. Hele ki, cep telefonunun şarjı bittiği an, eş zamanlı bizim de şarjımız bitiyor. Suratlar düşük, priz bulma telaşı… Şarj prize takıldığında ise suratlarımızdaki o rahatlamış ifade, görülmeye değer doğrusu. Şu an Tatilya gelse akıllı telefonumu fırlatıp hayal dünyama geri dönmeye hazırım. İçimdeki çocuğu hiç öldürmedim. Eskilere sahip çıktım, hasretle andım. Çocukluğum, hayatın zorluklarına karşı gülümseyişlerimin en değerli parçası. Bir yanım deniz, bir yanım çocuk. Hayattan keyif almayı ve aynı zamanda virajlarda temkini bırakmamayı da unutmamalı insan.
                                       
            

Son sözüm, eğer sizin de içinizde İstanbul aşkı varsa konserve yerine gidin yaşayın! Boğaz’a karşı oturup sıcacık çayınızı yudumlarken ciğerlerinize mis gibi havayı çekin. Dikkat edin, havası sizi 'platonik mavi' ye hapsetmesin. Yoksa “Her yer hasret, yabancı, soğuk…”