1/11/2019

HÜZÜN YERLEŞKESİ

Hepimiz bir şeylerden vazgeçtik; sevdiğimiz insanlardan, doğduğumuz şehirden ya da saklamaya çalıştığımız çocukluğumuzdan... Dert yanmakla, kendimizi anlatmakla geçti, geçiyor ömrümüz. Sıcakken serin kalmayı, üşürken ısınmayı beklediğimizden, tezatlıklar içinde an’ı kaçırdık. 

Yorulmadan ulaşamam, çiğnemeden yutamam, konuşmadan ilerleyemem düşüncesiyle tükettim 25 yılımı. Göstermediğim her acı, karanlığa hapsolur diye harese yaşadım ömrümü. Devenin dikenle beslenirken kanının tadına doyamayıp da boğulması gibi… Acının iğnesini defalarca içime atarak boğuldum. 

Dogmatik sandım sevdayı, yüreğime düştü inanıverdim. Gözlerinden gözlerime aşk, apriori değseydi de denemeden bilseydim hakikati. Hüzünlerimin freni tutmadı; gurbet düştüm. Mekansızlık, bir aşamasıymış ayrılığın; o zaman öğrendim. Emrah Serbes:”Unutmak için un ufak etmek gerekir.” der. Hangi yerinden başlasaydım unutmaya, sen söyle. İçimi ısıtan gözlerinden mi, hayat katan gülüşünden mi? Senin gibi kalbime dokunup dilime dolanırlar diye müzik dinlemekten de vazgeçtim o zamanlar. En çok seni dilime pelesenk etmeyi sevdim. İstek parça niyetine mürekkeple doldursaydım keşke avuçlarımda yok olan mendilleri. 



Güzel şeyleri çok paylaşmaktan yitirdik belki de. Paulo Coelho’nun dediği gibi, gördüklerimizi kalbimize işlemeliydik, yaşadıklarımızı göstermekten daha önemliydi bu. 



Hayatta ne olmak istediğine kendin karar verirsin. Başta tardigrade gibi dayanıklı olup “en” lerde yer almayı isterken, şimdi dik durmaktan ağrıyan omuzlarımı acının yer çekimine bırakıyorum. Acı dahil, tüm duygularımın yolunu açarak aydınlığa ulaşması için hislerime rehberlik ediyorum. Aziz Nesin’in kimsenin bilmediği mezarında çocukların koşturduğu gibi acı mezarımı saklayarak lunaparka çevirmek istemiyorum. Biri sarılırsa ağlarım korkusuna sarılmalardan kaçmaktan da yoruldum. 



Çok sevdim diye kaybettim sandım; fakat güzel şeylerin zorlu deneyimler akabinde geldiğini sonradan öğrendim. Herkesin hayatımıza girmesinin bir amacı var; oryantasyon süreci tamamlandığında bazılarının gitmesi, bazılarının ise kalması gerekir. Acıdan kaçmak, anlamlı bir hayat sunacak tüm olumsuzluklardan kaçmaktır. Korkuları yenmenin en başarılı yolu ise üzerine gitmektir. Bu yüzden yüklendiğimiz sorumlulukların ve verdiğimiz mücadelelerin bir anlamı var. Mesele, tutkuyla bağlanabileceğimiz bir şeyleri her zaman bulabilmekte, o da içimizde. 



Şimdi, mutlak değer gibi negatiflikler artsa da hayatımda, dışarı hep pozitif çıkıyorum. Nevi şahsına münhasır insanların değerini bilerek, yalnızca onları muasır medeniyetler seviyesine çıkarıyorum. Einstein’ın aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar bekleyemeyiz, düşüncesi ile yeni keşiflere çıkmak için kolları sıvıyorum. Önce benliğimle buluşmalı, kendime eşlik etmeli ve yolculuğumu deneyimlerimle süslemeliyim.
Işıktan vazgeçmeyin. Hoşça kalın... 

Başak Ulusoy

8/30/2018

Umuda Demir Atmış Kağıttan Gemiler


Gelecek telaşına düşüyorum çoğu zaman. Bir yanım ise sürekli geçmişte kalma arzusu içinde. Saflığı yaşatma, iyiliği tüm suistimallere karşı koruma düşüncesiyle geçmişe sığınıyorum. 90’larda genç olma arzusu, aylardır düşüncelerimi kemiriyor. İnternetin bu denli yaygın olmadığı, insanların hızlı yaşayıp tüketmediği, yarınını kaygıyla düşünmediği, sevgiyi hissettiği bir zamanda gençliğimi yaşamak isterdim. Bugünün ışığında fotoğraflarımı retro filtresiyle ölümsüzleştirmeyi değil de o renklerin zamanında enerjimi yükseltmek isterdim. Gelecek hayallerimde “daha çok kitaba nasıl ulaşmalıyım?” almalıydı mesela... Bugünün enformasyon kirliliğinden arınıp, kelimelerin dehlizlerinde seyahat etmeliydim. 36 pozluk makinelerin sınırlılığı daha büyük keşiflere çıkarmalıydı beni. Her görüntüyü pozlamak yerine, belki saatlerce kadraja düşecek özel anı beklemeliydim ya da aynı kareye farklı açılardan bakarak en mükemmel perspektifte deklanşöre basmalıydım.




Önceden bu denli kaçmak ister miydi insanlar? Huzursuzluğun üzerine temel atılmış gökdelenler, kalbimizdeki depreme nasıl engel olabilir? Doğaya kaçmak için yollara dizilirken, keyfimizi düşünerek yok ettiğimiz doğanın bedelini kim ödeyebilir? 

Tek duymak istediğim Ağustos böcekleri, biraz caz ve hafif bir rüzgar esintisi... Duymak istediğim cümleler, eskizlerden öteye geçemedi. Enkazda kalan beklentilerimin üzerine nice kahveler içtim: sade ve şekeriz. Kaliteli kahvenin tamamlayıcıya ihtiyacı olmadığına inandım; özüne ulaşan insanın "tek" var olabildiği gibi...

                                      

Üzülüyorum bazen. Tam hayıflanacakken bir bakıyorum o dertler, 4 odacıklı kalbimin duvarlarında çığlık çığlığa asılı kalmış. Kangren olan kelimelerim, dilime pelesenk olan “iyiyim” cümlelerine dönüşmüş. Akrep ve yelkovan beynime işlediğinde başkalarının dertlerini sırtlanmışım. Kendi söküğünü dikemeyen terzi rolünde sağlam iplerle çevreye yama yapmaya girişmişim. Her zaman da seve seve yapmışım. Çünkü sessiz çığlıkların söküp atılması gerektiğine, haykırışların ise tamir edilmeyi beklediğine inanmışım.




Geçmişteki keşkelerim, içimdeki çocuğun boynunda halkalar oluşturmaya başladığında bıraktım “Keşke”li cümleler kurmayı. Daha en güzel oyuncağını seçmemiş, bir kez daha ayakları göklere değmemiş o çocuğun zincirlerini teker teker kırmaya başladım. Çünkü biliyorum, o çocuğun gözlerinin içi gülerse, kağıttan kayıklar hayallerin ötesine ulaşacak.


8/18/2018

Yaş 25, Yolun Neresi?


“Yaş bir iş yaşlanmak.”

Ne de güzel betimlemiş Can Yücel… Yaş bir iştir, yaşlanmak ve yaş almak… Hayallerimiz ve yaşımız arasındaki negatif korelasyonu hayatın içindeyken fark edemiyoruz çoğu zaman. Yaş aldığımız her yıl, küçülen hayallerimize inat, umudu dik tutmak için daha çok direndiğimiz bir yıl haline dönüştü.

Deli dolu zamanların geçtiği, yükselen hedeflerin yer çekimine meydan okuyamadığı, sorumlulukların arttığı, yapmak zorunda kalınan işlerin biriktiği, keyfin arka plana itildiği, daha çok “iş” için yaşanılan bir zaman dilimine girdik. Yüksek beklentilerin büyük kaygıları doğurup, gelecek kaygısı oluşturduğu döneme can havliyle “merhaba” dedik.

Gözümüzü açtığımızda, artık çocukluğumuza ait izlerin yerini bambaşka hislerin aldığını gördük. Başta masumluğu yitirdik, sonra iyi düşünmeyi… Küsmemeyi de öğrendik mesela; çünkü küsmek, kapıyı aralamak demekti. Bu yaşımızda, hataları erkenden fark edip, gardımızı almayı ve değer verdiğimiz insanları hayat sayfamızdan silmeyi öğrendik. Öğütleri göz ardı etmemek gerektiğini; ama deneyimin de acı bir öğretmen olduğunu gördük. Bu güçle de iznimiz dışında hayatımıza müdahale edilmesine izin vermedik. Eskilerin kokusu burnumuza estikçe, bi’ onlardan vazgeçemedik bi’ de dans etmenin eşsiz keyfinden… 



Hengamenin arasında sürüklendiğimiz bu çağda, bir yanımız yeni ülkeler keşfetmek isterken, bir yanımız kariyer basamaklarını ikişer üçer çıkmayı diliyor, diğer yanımız ise toplumsal stereotypelara takılıp “düzenli hayat” çerçevesinde evliliği gözlüyor. ”Şimdi gezmeyeceğim de ne zaman gezeceğim?”, “Zihnen en verimli zamanımdayım, networkümü genişletip kendi işimi kurmam lazım.”, “Okul bitti, işim de var, çevremdeki herkes evleniyor. Daha neyi bekliyorum?” gibi cümleler farklı formlarda çoğalmaya devam ediyor. Peki içselleştirdiğimizde gerçekten hangisi olmak istiyoruz? Sahi biz neden gelmiştik bu dünyaya? Hayat amacımız ne, bu dünyaya nasıl iz bırakacağız, bizi ne mutlu edecek?



Sorgulamaların ve eleştirilerin en çok devreye girdiği yaştır, 25. Kimilerine göre her şey için erken, kimilerine göre ise geç olduğu düşünülen bu yaşta, anlam arayışına düşüyoruz aslında en çok. Çünkü olgunluğun yegâne anahtarıdır: sorgulamak, kendini arayışa çıkmak ve “hiç”leşmek… Hem kabullenemeyiş hem kaçış, hem de kendine sığınmadır 25 yaş. Bu nedenledir ki, kozmetik mağazalarında 25 yaş için uzatılan kırışıklık önleyici kremleri hışımla uzaklaştırıp, ardından Google’da gizli gizli genç kalmanın sırlarını araştırıyoruz. 



Hazır paranın tatlı olduğu zamanlarda kurduğumuz hayallerin ışığından dağ gibi borçla geldik bu zamana. Şimdi o iki dağ arasında yükselen güneşi değil, doları seyreder olduk. Araba hayalimiz vardı hâlbuki hani o ilk maaşı alınca ilk taksitini ödeyeceğimiz… 25 yılda en çok yaşayamadığımız zamanın bedelini ödedik. 



Aileye daha çok sarıldık bu dönemde. Tatlı özgürlük maceramız ve kendi kararlarımızı verebilmenin hazzı, yerini kaybetmek korkusuna bıraktı. Geçici olanlar geçti, biz büyüdük, onların yaşı da elbette sabit kalmadı. Geçen zamana daha çok pişmanlık eklemekten çekinerek, önce cana yakın olanı hoş tutmaya çalıştık.  


                               

Sonsuza kadar sürsün istediğimiz arkadaşlıklar, şu an beş parmağı geçmiyor. Çocukken çok sevdiğimiz dondurmaya ulaşmak güçken, şimdi eşlik edecek kişiye erişmek güçleşti. Ya yollar, ya yıllar ya da kırgınlıklar ayırdı. Zamanla “yakın” sıfatını herkese yakıştıramaz olduk. Biz de eskilere sığındık, nerede çocukluğumuzu anımsatanlar varsa onlara kol kanat gerdik. Özümsedik, bağları sağlamlaştırıp ahirete merdiven dayadık adeta. Karşılıksız sevgiden darbe almayacağımız canlıları da dost bilip sahiplendik.

Daha çok üzerinde durduk her şeyin. En çok da kendi ayaklarımızın… Sonra eşitsizliklerin, “kadın” ın yanlış konumlandırılışının ve ataerkil toplum yapısının… Hayatın en zor sınavları, söz birliği etmişçesine ardı arkasına sıralanırken hepsinin üstesinden gelmeyi başardık. Her güçlü duruşumuzda peşi sıra eklenen “Sen güçlüsün, kendine yetebilirsin, üstesinden gelirsin.” cümleleri arasında, ekseriyetle kendimizi daha çok örseledik. Yıllar geçtikçe “–mış gibi” ler çoğaldı, güçlü durma yükümlülüğü arttı ve en ufak düşüş birikimleri de yere saçtı. Kadın hep toparlardı, kaç yaşında olursa olsun. Biz ise hep kendimize yeterdik, yetmeliydik. 




Yaşanmışlıklar yerini “Benim zamanımda…” cümlelerine bıraktı. Ne içinde bulunduğumuz, ne önce ne de gelecek nesile anlam verebildik. “Dişimle tırnağımla” betimlemesi yerini internete bırakırken daha çok tembelleştik. Eğlence anlayışımız da değişti. Paylaşmaya, seyretmeye doyamadık; ama onu sorgulamaya da sıra geldi. Eğlencenin alkolden ibaret olmadığını, ayık kafayla da kaliteli kahkahalar atılabileceğini, göstermeden/gösterişe gerek duymadan da yaşanabileceğini ve sadece “hoş sohbet”in yeterli olabileceğini 25 yaşında gördük. Bu yaşta 35 hissederek, gençliği ve olgunluğu harmanlayarak büyüdük belki de. İnsanlar boşlukta sürüklenirken, kitaplarda kaybolmayı tercih ettik bu yüzden. Sosyalleşme fikri “çok insan” ile betimlenirken, az ile çok olarak var oluşu keşfettik. 




Herkese ve her şeye inanmamayı seçtik bu yaşımızda. Her “seviyorum” diyene kanmamayı, evliliği havuç olarak görenleri teğet geçmeyi, doğru insan ile bütünleşmekten korkmadan “bir” olabilmeyi seçtik. Ayrı dünyaları ayrıştırmanın değil, tek bir uyduda birleştirmenin değerini kavradık. Sevginin değerini bilerek, onu hızlı yaşam tarzımıza dahil etmedik. Bu çerçevede “kendimiz” olmaktan geçmeden, “değiştirmeye çalışmayan” insanlara kalbimizi açtık.
En güzeli de yaş alsak da hala genç olduğumuzu bildik, sınırsızca hayal etmeye devam ettik. Gözyaşlarımıza inat gülümsedik, canımızın acısını geçici yara batlarıyla değil de başarının zevkiyle bastırdık. İyiliğin bugünü ve yarını iyileştirebileceğine inanarak, o güçle güneşi karşıladık. Motive etmekten yorulmadık; çünkü an’ı hissettiğimiz her zamanın yaşamaya değer olduğunu keşfettik. Ağlamanın da zayıflık olmadığını, asıl zayıflığın güçlü durmak uğruna gerçeklerden kaçmak olduğunu gördük. 



Her yeni günü güzellikle karşılamak için bir 5 senelik daha eylem planına ihtiyacımız var. Bir sonraki plan 30’dan sonra. 

5/13/2018

Her Kadın, Annedir!

Koruma, sahip çıkma, üstüne titreme, endişelenme, sevinme, üzülme, çıldırma, her şeye karıştırma, başkalarıyla karşılaştırma, merak etme vb. duyguları üst seviyede yaşayan kişiye Anne denir. Bir de fazladan eklenen bir kepçe yemek gibi “yetersizlik” duygusunun had safhada yaşandığı noktalar da vardır. “Doydu mu, bir şey de yemez oldu.”, “Yüzü düşmüş biri mi üzdü?”, “Benden bir şey mi gizliyor?”vb. soruların milyonlarca farklı versiyonunu üretirler. Çünkü kaç yaşında olursak olalım biz hep çocuk, onlar hep annedir. Bizim için dertlenir, yeri gelir başımızın etini yemeyi severler. Yerler dedim diye hayıflandığımı sanmayın, bizim de aşağı kalır yanımız yok. Çünkü, bir kadının anne olabilmesinin koşulu, bir çocuk dünyaya getirmesine bağlı değildir. Çok daha derin duyguların bütünüdür, annelik.



Anne karnında başlayan bu duygu, çocuğun tüm hayatını etkileyecek bir yolculuktur. Annenin yaşadığı her duygu değişimi, bebek tarafından derinden hissedilir ve bu gelecekte kişinin tüm sosyal kimliğini etkiler. Güven ve sevgi dolu ortamda büyüyen çocuk, temeli sağlam ilişkiler kurar. Bu yüzden psikologlar, tüm travma kaynaklarını çocukluk dönemlerindeki izlerden yola çıkarak çözümler. Kadınlar, annelik duygularını çok erken yaşlarda hissetmeye başlar. Anaçtır kız çocuğu, küçük annedir. Oyuncak bebeğini giydirir, yatırır dizine uyutur, ağladığında bastırır göğsüne teselli eder. Hayali pastalar çaylar yapar da plastik fincan ve tabaklarıyla servis eder çevresindekilere. Anneler de zamanla hevesli kızlarından destek ister. Evin prensesi minik elleriyle evin tozunu alır, kardeşiyle ilgilenir, babasını kapıda karşılar ve kocaman “Aferin” pekiştireçleri kazanır. Annesi gibi birileri için hayatı kolaylaştırır. Kalbinin sesini dinleyen kadın, gerçekten sevgiyi hissettiğinde hesap vermeden ve sonunu düşünmeden tüm özverisiyle bağrına basar sevdiklerini. İşte o zaman ortaya çıkar “annelik duygusu.”

Aileyle başlayan bu serüven, hasta olan arkadaşı için seferber olmaya, evcil hayvanının yemeği peşinde koşmaya ve sevdiği adamı mutlu etmek için sınırsız çaba göstermeye kadar devamlılık gösterir. Sevgisi benliğini aştığında ise annelik duygusu, rol karmaşasına sebep olur. Örneğin, eşine “Hadi yat artık sabah uyanamayacaksın.” diyen bir kadın, zaman içerisinde “Rahat bırak beni, çocuk muyum ben?” gibi söylemleri duymaya hazırlıklı olmalıdır. Çünkü bu rol, anneye aittir, “eş” olarak kadına değil. Her erkek, ne kadar annesi gibi bir kadını tercih etse de kendisine aşık ve hayatı sınırsız yaşayabileceği bir “sevgili” ister hayatında. Anne rolündeyken kadın, ihtiyaç duyulan “sevgili” yi dışarıda bırakır. Kendinden çok verince değer görme arzusu, ekseriyetle anneye mahsustur, anne rolündeki eşe değil. İlgi, her ne kadar başta tatlı gelse de fazlası anne rolünü ortaya çıkararak duyguları negatife dönüştürür. Yıllar sonra kadınlar da: “Ben bu kadar emek verip yorulurken sevgi göremiyorum!” naralarını atmaya başlar. Bu sorgulamalar başladıktan sonra kolay mı yeniden toparlanmak?


Peki kadın kendini bırakır mı?
Ruhen düşüş yaşayan kadın, içindeki hayata küsen çocuğa da ebeveynlik yapar. Sorumluluklarını bilir ve dik durmak için kendini kontrol eder. Çünkü kendini sevip saymazsa şefkati, ilgiyi ve sevgiyi dışarıdaki insanlardan talep eder. İçindeki çocuğu ebeveynlik dürtüsüyle yönetemezse duygularının esiri olur. Genel bakış açısıyla, kendini seven ve sayan kadın, neyi yansıtırsa onu alır. 

Hayata kendisinin annesi olarak başlayıp tüm gücünü çevresine aktaran kadınların rollerini özünde ve sevgiyle yaşayacakları bir Anneler Günü olsun!




.

5/02/2018

Gökyüzünden Nefes Çal

Kelimeler boğazımda esir kalmış. Kalp atışlarım midemde dans ediyor. Bir ikileme düşmüş bedenim, arafta gibi. Bir yanım bahara hasret, bir yanım sonbahar yaprakları... İçimde yaprakların binbir renk dönüşümü... Kök salmış bedenim güneşten beslenirken, bir yanım hep yaprak dökümü. Neden ve nasıl penceresinden su içen güvercin misali aklım. Nereye uçacağını ve nerede soluklanacağını bilmiyor.


Hayat ve alışkanlıklar ne çabuk değişiyor. Etobur olan martıyı bile simite alıştıran biz insanlar değil miyiz? Olanı özünden uzaklaştırmaya bu denli hevesli bir tür var mı başka doğada? Ağaç bile yapraklarını güneşten korumak için kırmızıya boyarken, nedir bu amaçsızca renkten renge girme telaşımız? Ne zaman uzaklaştık benliğimizden? Sahi sen kimsin, biz kimiz? Tüketmekten keyif aldığımız şeylerin aynı hazda hasretini çekmemiz neden? Bir kitap dolusu kelimenin altını çizmek midir sevgi, yoksa sayfanın kenarını kıvırmaya bile kıyamamak mı? Dile getiremediğimiz nice güzellik, bir yutkunmayla kayboluyor içimizde. En güzel içimizden seviyoruz, içimizden özlüyoruz ve hatta içimizden sövüyoruz yeri gelince. İçimizden dedik diye içimizi de sorgulamıyoruz, kayboluyoruz anlık zevklerimizde.



Dilimize pelesenk ettiğimiz nice sayı sizde hangi manaları çağrıştırıyor? Mesela sayısı bir döngüyü, sonsuzluğu simgeliyor. Peki ya 9? Belki de tamamlanmamış ya da eksilmeye başlayan 8 döngüsünün beşeri yansıması. 10 ise yalnızlıktan sıyrılmış, eksilen parçasını başkasının varlığıyla tamamlayanları simgeliyor. Var olanı simgeleyen 1 ile yokluğu simgeleyen 0'ın muhteşem uyumudur, 10 sayısı. Teslim olur ve uzun soluklu bir birlikteliğe yelken açarsın. Bu, toplumda kabul gören insan birleşimidir. Çocuklar bile 10 dediğinde sevinir, alkış tutar. Toplumun bize alkış tutması da 10'a tamamlanma ile gerçekleşir.




Soluklanmaya da vaktimiz yok. Caddeler, bir fabrikanın seri üretimi gibi homojen. Hiç olmadığı kadar hızlı gidiyoruz bir noktadan bir diğer noktaya. Binalar bizden daha hevesli bulutlara değmek için. Her şeye zamanımız varken hayat koşturmacasında vakit bulamıyoruz sevdiklerimize varmaya. Hep bir trafik var zihnimizde ve ardımızda. Erkene almak lazım bu kavuşmaları... Binalar yerine ruhlarımız değmeli bulutlara. İnsan, insan olduğunu hatırlamalı. Yemekten, içmekten, uyumaktan ve anlamsızca çalışmaktan başka vazifelerimiz olmalı. “Sorumluluk” başlığı altında ne çok şeye zimmetledik zihnimizi ve bedenimizi. Bizi yoran şeylere odaklanarak unutuyoruz yaşamayı. İlla sorumluluk alacaksak eğer  “An’da kalmayı” sorumluluk almalıyız. Maviyi, yeşili ve gökyüzünü.  Burak Aksak, "Büyüdükçe gökyüzüne bakmayı da bırakıyor insan." diyor. Bedenimize inat ruhumuzu akışına, gençliğe bırakmalıyız. Her sabah yeniden doğmuşçasına sonsuz maviliğin altında, şiir gibi bir dünya düşlemeliyiz. Her yeni güne içimizi açmalıyız, iç açmak için...

4/30/2016

Mutluluk Bir Maske Midir?


      Toplumda yanlış gelişen ve değişen şeylerdendir ‘gülmek’ ve ‘ağlamak’. Ne zaman gülsek ağzımızı kapatırız ya da “Çok güldüm, çok ağlayacağım.” gibi cümleler sarf ederiz. Fazla mutluluğun bize zarar getireceğini düşünür, kaygılanırız. Mutluluk kavramını hayatımızla bütünleştiremeyiz. Uzun süreli mutlu ve huzurlu hal, bizi rahatsız eder. Mutsuzlukla besleniyoruz. Bu yüzdendir ki çoğumuza rahat batar. Hayatımızı sarsacak bir şeyler olması gerekir. Mutluluktan beslenip de yaratıcı çalışmalar ortaya çıkarmış şairler ve yazarlar saymak da bir o kadar zordur. Bir şair sürgün edildiğinde, yazarlar sevgilisi/eşi tarafından terk edildiğinde en güzel eserlerini verirler. Gülümsemek kaygı yaratır, ağlamak rahatlatır. Aslında rahatlatan şeyin mutluluk olması gerekmiyor mu? Okuduğumuz kitap, izlediğimiz film ne kadar üzüyorsa o kadar değerli oluyor bizim için. Televizyon programlarında yaşanan tartışmalar, kavgalar, ağlayan insanlar daha çok reyting alıyor.

      “Mutlu bir anını anlat?” diye sorulduğunda önce uzun bir düşünüyoruz. Çünkü bizi üzen hatıralar hafızalarımızda daha çok yer eder. Geçmiş, en çok acıları saklar. En büyük travmalar mutsuzluklar sonucu oluşur. Sıkıntılar, acılar, zorluklar insanı pişiren, olgunlaştıran, yetiştiren, tecrübeler kazandıran özelliğe sahiptir. Bu yüzdendir ki, zirveye acı çekerek çıkılır. Sonrası kimine göre intihar, kimine göre acıyı kanıksama sonucu mutluluk umududur. Youtube’da “Dünyayı ağlatan” başlıklı birçok videoya rastlıyoruz. İnsanlar ağlamayı, üzülmeyi, dert yanmayı seviyor ve bunu pekiştirmek için üstüne gidiyor.

      Günümüzün sosyo-ekonomik şartlarında mutlu olmak iyice zorlaşmışken bir de insanların doya doya gülmelerine engel olunuyor. Gülümseyen kadın da olsa erkek de olsa kötü sıfatlara maruz kalıyor. Sesli gülmenin ne denli tepki yarattığından bahsetmiyorum bile. Öğrenim gördüğüm sınıf ortamında gülmek de daima göze çarpan bir durumdur. “Neye gülüyorsunuz anlatın biz de gülelim.” cümlesinden hem gülümsemeye karşı bir sitem hem de açlık okuyorum ben. Ders esnasında sessizce ağlayabilirsin; bu insanların dikkatini çekmez. Mutluluğunu sesli değil, gülümseyerek gösterdiğin an bile “neden?” ile başlayan soruların ardı arkası kesilmez. 




      Evren, zıtlıklar diyarı ve her şey zıddıyla var olur. Gece-gündüz, iyi-kötü, aydınlık-karanlık gibi. Çok gülmenin ardından gelen ağlama da çocukluğumuzdan beri süregelen Türk toplumuna özgü bir inanıştır. Kişi, üzüldüğünde suçluluk duygusunu bastırmış olur. Yani egosunu acı çekerek tatmin eder ve suçluluk hissi ortadan kalkar. Kötü bir şey olduğunda daima hayra yorulurken iyi şeylerin getireceği sonuçlarla korkutularak büyütüldük. Bu yüzden, başkalarının acılara ortak olduk. Sevinçlere ortak olmaya alışkın değiliz. Başkalarının mutluluğuna gıpta eder ve kimi zaman da eleştiririz. İnsanların daha evlenmeden boşanmalarını konuşanlar, ortaya bahis atanlar var. Mutsuzluk, virüs gibi yayılıyor.

      Dünyaya “merhaba” deme şeklimizi de ağlayarak gösteririz. Konuşmayı öğrenmeden isteklerimize yönelik kullandığımız dildir, ağlamak. Karnımız acıktığında, uykumuz geldiğinde olduğu gibi. Bebeğin ağlaması sırandandır, fakat gülümseyişi olağandışıdır. Çok sonradan gülümseriz ve o an’lar o kadar değerlidir ki, fotoğraflanır ve herkesin görmesi için paylaşılır. Daha çok güldüğümüzde seviliriz. Belki de sevilmenin formülünü keşfettiğimizden maskemizi o zamanlardan hazırladık. Mutluluk, sonradan öğrendiğimiz bir maske belki de. Çoğu zaman takmaya korktuğumuz bir maske. Öyle ki, mutlu olduğumuzda bile ağlarız. Bu da ‘mutluluktan ağlamak’ olarak betimlenir. Gözyaşı kurumaz, durmadan ağlayabiliriz; fakat durmadan gülemeyiz. Çok güldüğümüzde gözyaşlarımız alarm verir. 



      Güzel şeyleri hayatımıza almaktan o kadar çok çekiniyoruz ki, bunlar hayatımızın bir köşesinden girdiğinde mutsuzluğu da beraberinde getirecekmiş gibi geliyor. Alışkın değiliz biz dilediğimiz gibi yaşamaya. Konu komşu görecek diye eşimize, sevgilimize sarılmaya güzel söz söylemeye… Sevenler birbirlerine başkalarının yanında söylemezler sevdiklerini ayıp(!) olur diye, ama kırabilirler birbirlerini çekinmeden. Her zaman, gözleri deniz mavisi ama hafif şehla olan birine, “gözlerin şehla” demeyi seçeriz çünkü “rengi çok güzel” demek zor gelir bize. Güzellikleri pek sevmez ve korumayız, eşsiz güzelliklere sahip olmamıza rağmen.

      Yaşamdan keyif almasını bilmeyenler küçük dertleri büyütmüş, mutluluğun kendilerine haram olduğunu düşünmüş ve gülmekten korkar hale gelmiştir. Hâlbuki mutsuzluğu mutlu olma yolundaki aşılabilecek bir engel olarak görebilmek mümkün. Mutsuz ve sitemkâr olmaya o kadar alışmışız ki; mutlu olmayı yadırgar hale gelmişiz. Mutluluk, korku barındırmaz, geçmişe odaklanmaz, ölümü düşünmez. Zamanı ve ölümü unuttuğunuz an gerçek mutluluğu yakaladığımız an’dır.



Başak ULUSOY


1/06/2016

İletişimde Doğurabilme Yetisi



İletişim ve teknoloji çağındayken, her gün bambaşka fikir ve düşüncenin internet üzerinde kol gezmesine karşın insanlarla iletişimde emekleme döneminde olduğumuz yadsınamaz bir gerçek.

İnsanlar arası diyalog, Sokrates zamanında gelişim göstermiştir. İnsanlar, sadece bilge insanları dinlemekten ziyade, düşünüp konuşmaya ve hatta düşüncelerini tartışır hale gelmişlerdir. O zamanlarda, salonlarda kadın-erkek birlikte konuşma toplantıları düzenlenmiş ve insanların konuşması sağlanmak istenmiştir. Fakat, Keykavus’un “Konuşmaya fazla düşkün kimse, ne kadar bilge olursa olsun, aptaldan sayılmayı hak eder.” sözü dünya genelinde kabul görürken, insanlar da konuşmaktan çekinmeye başlamışlardır. Ki bu söz de, Türk atasözünde “Boş teneke tıngırdar.” sözüyle geçerliliğini idame ettirmiştir.



                                         



Kadınlar ve erkekler “konuşma” ya farklı bakıyorlardı. Madagaskar’da, erkekler utanç̧ verici bir duruma düşmemeye ya da birbirlerini utandırmamaya yönelik endişeleri sebebiyle, konuşma işini kadınlara bırakmışlardır. Erkekler tepki gösterme gereği duyduklarında kadınların aracılığına başvuruyor ve kadınlar, söylenmesi gerekeni kendi dillerinde değil, Fransızca konuşarak aktarıyorlardı. Erkekler yalnızca ineklerini güderken kaba sözler kullanıyor, bunu da yine Fransızca yapıyorlardı. Bütün bunların üstüne kadınlar, erkekler tarafından çok konuşmakla suçlanıyordu. Kadınların konuşmaya düşkünlüğü, o zamanlardan süregelmiş olsa gerek.

İnsanların sürekli “anlam ve anlaşılma arayışı” içinde olması onları bir tür iletişim kopukluğuna itiyor kimi zaman. Son zamanlarda sessizleşen, içine kapanan ve yazarak kendini ifade etmeye çalışan insan sayısı artmakta. İnsanlar anlaşılmadıkça ya susuyor, ya da daha fazla anlatma gereksinimi güdüyorlar. Özellikle “anlaşılma problemi” kadın ve erkek üzerinde daha farklı boyutlarda inceleme konusu olmuştur. Kadın ve erkek beyninin farklı çalıştığına dair yapılan araştırmalar üzere, iletişimde de farklı dilleri konuştuklarını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bir ömür süren araştırmalarının sonunda Deborah Tannen’ın vardığı sonuç,” Kadın ve erkeğin birbirini anlamasının mümkün olmadığı, konuşurken bütünüyle başka şeyler anlatmaya çalıştıklarıdır; kadınlar konuştukları insandan destek beklemektedir, oysa erkekler sorunlara çözüm bulma peşindedir. Tannen’a göre kadınlar cemaat duygularını güçlendirmek için şikâyet ediyor, arkadaşlık kurmanın yolunun sırlarını açmaktan geçtiğini düşündükleri için dedikodu yapıyorlar. Öncelikli amaçları yalnızlık duygusunu bertaraf etmek olduğundan, başkalarının dertlerine istekle kulak veriyorlar. Buna karşılık erkekler dinlemekten hoşlanmıyor, çünkü dinlemek ‘kendilerini geri planda hissetmelerine’ neden oluyor; erkeklerin daima başa güreşmesi gerekiyor, başkalarına anlayış gösterecek zamanları yok. Erkeklerle kadınlar ‘ayrı kültürlerde’ yetişiyorlar ve hiçbir zaman gerekliği gibi iletişim kuramayacak birer yabancıdan farksız olduklarını anlamaları, ayrı diller konuştuklarını kabul etmeleri gerekiyor."




Kadınlar ‘güçlü duruş’u kendilerine hayat felsefesi belirledikleri için mücadelenin başarıyla sonuçlanmadığı durumlarda sorunların üstlerini örterler ve kimi zaman sorunlardan kaçarlar. Kaçarken de iç seslerinden çok, başkalarını dinlerler. Böyle durumlarda kendimize yakın gördüğümüz kişilere eğilim gösteririz. Hüzünlü birini gördüğümüzde kanımızın kaynaması bundandır. Dinlemek, yardımcı olmak adına çaba sarf ederiz. O zamanlar kendimizden uzaklaşır, yatıştıramadığımız benliğimizi başka dertlerin koynuna bırakıveririz. Amaç, her zaman mutlu olmak değildir, mutlu da etmektir. Tabi ki diğer önemli şey de, ‘güç’ sembolünü kadınlar arasında yaymaktır. Bundandır ki bazen, bir erkek sorun çözme uğruna kendini parçalarken bir kadın, zayıf düşme korkusuna; avazı çıktığı kadar susar.

Erkekler, toplumda süregelen bir kültürden olsa gerek ‘dinlemek’ten çok ‘dinletmek’ isterler. Çünkü o zaman kendilerini değerli, hakim ve güçlü görürler. Anlayış, süreçle geliştiği için genelde buna zamanları olmaz. Kadınlar da dinlemekten vazgeçip –yapılarına ters düşeni yapıp – gitmeyi tercih ettiklerinde erkek gözünde birer şeytana dönüşürler. Çünkü, güçlü olmak yalnızca erkeğe atfedilmiştir, kadına değil.

Kadınların fikir sahibi olduğu konular artık erkeklerinkinden aşağı değil, kadınlar da konuşmanın sınırlarını genişletebiliyor, daha çok düşünüp daha çok irdeliyorlar, kadınlar erkeklerden aptal değil. İlişkiler değişiyor ama kolaylaşmıyor. Erkekler yaşlandıkça genellikle kendilerine bir anne aramaya başlıyor ya da on sekiz yaşına dönmek istiyorlar; erkek olduklarını kanıtlama çabasından vazgeçemiyorlar. Halbuki bir kadın hayatını safhalar halinde yaşar, bir değil birkaç hayatı olur. Erkekler bunu reddediyor.

Kadınların bulunduğu durumdan başka bir duruma geçiş süreci kısa sürebiliyor. Kadınlar bir vazgeçiş, bitiş, kayıp ve başarısızlık gibi durumlardan sonra güçlülükle yeni bir hayat, yeni bir gün, bambaşka düşünceler doğurup hayatını devam ettirebiliyor. Bunu da kadının doğurabilme yetisine bağlayabiliriz. Erkekler, bu yeti yoksunluğu sebebiyle bir zaman diliminde takılıp kalabiliyor. Bu yüzdendir ki erkekler, sona eren ilişkilerindeki onca yaşanmışlıktan sonra kadının olgunlukla hayatına devam etmesine anlam veremiyor. Bir kadın ilişkisi bittiğinde yenisine başlayabilir, ölüm sonrası yeni güne perde aralayabilir. Adeta küllerinden doğabilir. Bu durumun vicdansızlıkla, gamsızlıkla yakından ilişkisi yoktur. 




Han Fei’ye göre, “Konuşmanın önündeki engel, konuştuğumuz kişinin ‘yüreğini tanımamamız’ dır, tanımadığımız bu yüreğe ‘sözcükleri yerleştirme’yi bilememizdir. Sorunun özü, insan denen varlığın bir muamma olmasına dayanır.” İnsanı ilgi çekici yapan, konuşmaya değer kılan da budur. İnsanlar her zaman beklendiği gibi davranan yaratıklar olsaydı konuşmanın anlamı kalmazdı, çünkü konuşmayı ilham eden şey farklılıklardır.


Dinlemiyor ve anlaşılmıyor olmanın yarattığı hüsran, iletişimin düşmanlarıdır. Konuşmanın gelişip serpilebilmesi için her iki cinsten ebelere ihtiyaç vardır. Kadınların dinleyip doğurabildiği gibi, erkeklerin de dinletme hırsına ket vurup ‘güç’ kavramını başka alanlara yöneltmesi gerekir. İnsanların eşit olmaya başlamaları ancak konuşmayı öğrenmeleriyle mümkün olacaktır. 

Başak ULUSOY