“Yaş bir iş yaşlanmak.”
Ne de güzel betimlemiş Can Yücel… Yaş bir iştir, yaşlanmak ve
yaş almak… Hayallerimiz ve yaşımız arasındaki negatif korelasyonu hayatın
içindeyken fark edemiyoruz çoğu zaman. Yaş aldığımız her yıl, küçülen
hayallerimize inat, umudu dik tutmak için daha çok direndiğimiz bir yıl
haline dönüştü.
Deli dolu zamanların geçtiği, yükselen hedeflerin yer
çekimine meydan okuyamadığı, sorumlulukların arttığı, yapmak zorunda kalınan
işlerin biriktiği, keyfin arka plana itildiği, daha çok “iş” için
yaşanılan bir zaman dilimine girdik. Yüksek beklentilerin büyük kaygıları
doğurup, gelecek kaygısı oluşturduğu döneme can havliyle “merhaba”
dedik.
Gözümüzü
açtığımızda, artık çocukluğumuza ait izlerin yerini bambaşka hislerin aldığını
gördük. Başta masumluğu yitirdik, sonra iyi düşünmeyi…
Küsmemeyi de öğrendik mesela; çünkü küsmek, kapıyı aralamak
demekti. Bu yaşımızda, hataları erkenden fark edip, gardımızı almayı ve değer
verdiğimiz insanları hayat sayfamızdan silmeyi öğrendik. Öğütleri göz ardı etmemek
gerektiğini; ama deneyimin de acı bir öğretmen olduğunu gördük. Bu güçle de
iznimiz dışında hayatımıza müdahale edilmesine izin vermedik. Eskilerin kokusu
burnumuza estikçe, bi’ onlardan vazgeçemedik bi’ de dans etmenin
eşsiz keyfinden…

Hengamenin
arasında sürüklendiğimiz bu çağda, bir yanımız yeni ülkeler keşfetmek
isterken, bir yanımız kariyer basamaklarını ikişer üçer çıkmayı
diliyor, diğer yanımız ise toplumsal stereotypelara takılıp “düzenli
hayat” çerçevesinde evliliği gözlüyor. ”Şimdi gezmeyeceğim de ne
zaman gezeceğim?”, “Zihnen en verimli zamanımdayım, networkümü genişletip kendi
işimi kurmam lazım.”, “Okul bitti, işim de var, çevremdeki herkes evleniyor.
Daha neyi bekliyorum?” gibi cümleler farklı formlarda çoğalmaya devam
ediyor. Peki içselleştirdiğimizde gerçekten hangisi olmak istiyoruz? Sahi biz neden gelmiştik bu dünyaya? Hayat amacımız ne, bu dünyaya nasıl iz bırakacağız, bizi ne mutlu edecek?

Sorgulamaların
ve eleştirilerin en çok devreye girdiği yaştır, 25. Kimilerine
göre her şey için erken, kimilerine göre ise geç olduğu düşünülen bu yaşta, anlam
arayışına düşüyoruz aslında en çok. Çünkü olgunluğun yegâne anahtarıdır:
sorgulamak, kendini arayışa çıkmak ve “hiç”leşmek… Hem
kabullenemeyiş hem kaçış, hem de kendine sığınmadır 25 yaş. Bu nedenledir ki,
kozmetik mağazalarında 25 yaş için uzatılan kırışıklık önleyici kremleri hışımla
uzaklaştırıp, ardından Google’da gizli gizli genç kalmanın sırlarını
araştırıyoruz.
Hazır
paranın tatlı olduğu zamanlarda kurduğumuz hayallerin ışığından dağ gibi borçla
geldik bu zamana. Şimdi o iki dağ arasında yükselen güneşi değil, doları
seyreder olduk. Araba hayalimiz vardı hâlbuki hani o ilk maaşı alınca
ilk taksitini ödeyeceğimiz… 25 yılda en çok yaşayamadığımız zamanın bedelini
ödedik.
Aileye daha
çok sarıldık bu dönemde. Tatlı özgürlük maceramız ve kendi kararlarımızı
verebilmenin hazzı, yerini kaybetmek korkusuna bıraktı. Geçici olanlar geçti,
biz büyüdük, onların yaşı da elbette sabit kalmadı. Geçen zamana daha çok
pişmanlık eklemekten çekinerek, önce cana yakın olanı hoş tutmaya
çalıştık.
Sonsuza
kadar sürsün istediğimiz arkadaşlıklar, şu an beş parmağı geçmiyor. Çocukken çok sevdiğimiz dondurmaya ulaşmak güçken, şimdi eşlik edecek kişiye erişmek güçleşti. Ya yollar, ya yıllar ya da kırgınlıklar ayırdı. Zamanla “yakın” sıfatını herkese yakıştıramaz olduk.
Biz de eskilere sığındık, nerede çocukluğumuzu anımsatanlar varsa onlara kol
kanat gerdik. Özümsedik, bağları sağlamlaştırıp ahirete merdiven dayadık adeta. Karşılıksız sevgiden darbe almayacağımız canlıları da dost bilip sahiplendik.
Daha çok
üzerinde durduk her şeyin. En çok da kendi ayaklarımızın… Sonra eşitsizliklerin,
“kadın” ın yanlış konumlandırılışının ve ataerkil toplum
yapısının… Hayatın en zor sınavları, söz birliği etmişçesine ardı arkasına
sıralanırken hepsinin üstesinden gelmeyi başardık. Her güçlü duruşumuzda peşi
sıra eklenen “Sen güçlüsün, kendine yetebilirsin, üstesinden gelirsin.”
cümleleri arasında, ekseriyetle kendimizi daha çok örseledik. Yıllar geçtikçe “–mış
gibi” ler çoğaldı, güçlü durma yükümlülüğü arttı ve en ufak düşüş
birikimleri de yere saçtı. Kadın hep toparlardı, kaç yaşında olursa olsun. Biz
ise hep kendimize yeterdik, yetmeliydik.

Yaşanmışlıklar
yerini “Benim zamanımda…” cümlelerine bıraktı. Ne içinde bulunduğumuz, ne önce ne de gelecek nesile anlam verebildik. “Dişimle tırnağımla”
betimlemesi yerini internete bırakırken daha çok tembelleştik. Eğlence
anlayışımız da değişti. Paylaşmaya, seyretmeye doyamadık; ama onu sorgulamaya da
sıra geldi. Eğlencenin alkolden ibaret olmadığını, ayık kafayla da
kaliteli kahkahalar atılabileceğini, göstermeden/gösterişe gerek
duymadan da yaşanabileceğini ve sadece “hoş sohbet”in yeterli
olabileceğini 25 yaşında gördük. Bu yaşta 35 hissederek, gençliği ve olgunluğu
harmanlayarak büyüdük belki de. İnsanlar boşlukta sürüklenirken, kitaplarda
kaybolmayı tercih ettik bu yüzden. Sosyalleşme fikri “çok insan”
ile betimlenirken, az ile çok olarak var oluşu keşfettik.

Herkese ve
her şeye inanmamayı seçtik bu yaşımızda. Her “seviyorum” diyene
kanmamayı, evliliği havuç olarak görenleri teğet geçmeyi, doğru insan ile
bütünleşmekten korkmadan “bir” olabilmeyi seçtik. Ayrı dünyaları
ayrıştırmanın değil, tek bir uyduda birleştirmenin değerini kavradık. Sevginin
değerini bilerek, onu hızlı yaşam tarzımıza dahil etmedik. Bu çerçevede “kendimiz”
olmaktan geçmeden, “değiştirmeye çalışmayan” insanlara
kalbimizi açtık.
En güzeli de
yaş alsak da hala genç olduğumuzu bildik, sınırsızca hayal etmeye
devam ettik. Gözyaşlarımıza inat gülümsedik, canımızın acısını geçici yara
batlarıyla değil de başarının zevkiyle bastırdık. İyiliğin bugünü
ve yarını iyileştirebileceğine inanarak, o güçle güneşi karşıladık. Motive
etmekten yorulmadık; çünkü an’ı hissettiğimiz her zamanın yaşamaya değer
olduğunu keşfettik. Ağlamanın da zayıflık olmadığını, asıl zayıflığın güçlü
durmak uğruna gerçeklerden kaçmak olduğunu gördük.
Her yeni
günü güzellikle karşılamak için bir 5 senelik daha eylem planına ihtiyacımız var.
Bir sonraki plan 30’dan sonra.