8/30/2018

Umuda Demir Atmış Kağıttan Gemiler


Gelecek telaşına düşüyorum çoğu zaman. Bir yanım ise sürekli geçmişte kalma arzusu içinde. Saflığı yaşatma, iyiliği tüm suistimallere karşı koruma düşüncesiyle geçmişe sığınıyorum. 90’larda genç olma arzusu, aylardır düşüncelerimi kemiriyor. İnternetin bu denli yaygın olmadığı, insanların hızlı yaşayıp tüketmediği, yarınını kaygıyla düşünmediği, sevgiyi hissettiği bir zamanda gençliğimi yaşamak isterdim. Bugünün ışığında fotoğraflarımı retro filtresiyle ölümsüzleştirmeyi değil de o renklerin zamanında enerjimi yükseltmek isterdim. Gelecek hayallerimde “daha çok kitaba nasıl ulaşmalıyım?” almalıydı mesela... Bugünün enformasyon kirliliğinden arınıp, kelimelerin dehlizlerinde seyahat etmeliydim. 36 pozluk makinelerin sınırlılığı daha büyük keşiflere çıkarmalıydı beni. Her görüntüyü pozlamak yerine, belki saatlerce kadraja düşecek özel anı beklemeliydim ya da aynı kareye farklı açılardan bakarak en mükemmel perspektifte deklanşöre basmalıydım.




Önceden bu denli kaçmak ister miydi insanlar? Huzursuzluğun üzerine temel atılmış gökdelenler, kalbimizdeki depreme nasıl engel olabilir? Doğaya kaçmak için yollara dizilirken, keyfimizi düşünerek yok ettiğimiz doğanın bedelini kim ödeyebilir? 

Tek duymak istediğim Ağustos böcekleri, biraz caz ve hafif bir rüzgar esintisi... Duymak istediğim cümleler, eskizlerden öteye geçemedi. Enkazda kalan beklentilerimin üzerine nice kahveler içtim: sade ve şekeriz. Kaliteli kahvenin tamamlayıcıya ihtiyacı olmadığına inandım; özüne ulaşan insanın "tek" var olabildiği gibi...

                                      

Üzülüyorum bazen. Tam hayıflanacakken bir bakıyorum o dertler, 4 odacıklı kalbimin duvarlarında çığlık çığlığa asılı kalmış. Kangren olan kelimelerim, dilime pelesenk olan “iyiyim” cümlelerine dönüşmüş. Akrep ve yelkovan beynime işlediğinde başkalarının dertlerini sırtlanmışım. Kendi söküğünü dikemeyen terzi rolünde sağlam iplerle çevreye yama yapmaya girişmişim. Her zaman da seve seve yapmışım. Çünkü sessiz çığlıkların söküp atılması gerektiğine, haykırışların ise tamir edilmeyi beklediğine inanmışım.




Geçmişteki keşkelerim, içimdeki çocuğun boynunda halkalar oluşturmaya başladığında bıraktım “Keşke”li cümleler kurmayı. Daha en güzel oyuncağını seçmemiş, bir kez daha ayakları göklere değmemiş o çocuğun zincirlerini teker teker kırmaya başladım. Çünkü biliyorum, o çocuğun gözlerinin içi gülerse, kağıttan kayıklar hayallerin ötesine ulaşacak.


8/18/2018

Yaş 25, Yolun Neresi?


“Yaş bir iş yaşlanmak.”

Ne de güzel betimlemiş Can Yücel… Yaş bir iştir, yaşlanmak ve yaş almak… Hayallerimiz ve yaşımız arasındaki negatif korelasyonu hayatın içindeyken fark edemiyoruz çoğu zaman. Yaş aldığımız her yıl, küçülen hayallerimize inat, umudu dik tutmak için daha çok direndiğimiz bir yıl haline dönüştü.

Deli dolu zamanların geçtiği, yükselen hedeflerin yer çekimine meydan okuyamadığı, sorumlulukların arttığı, yapmak zorunda kalınan işlerin biriktiği, keyfin arka plana itildiği, daha çok “iş” için yaşanılan bir zaman dilimine girdik. Yüksek beklentilerin büyük kaygıları doğurup, gelecek kaygısı oluşturduğu döneme can havliyle “merhaba” dedik.

Gözümüzü açtığımızda, artık çocukluğumuza ait izlerin yerini bambaşka hislerin aldığını gördük. Başta masumluğu yitirdik, sonra iyi düşünmeyi… Küsmemeyi de öğrendik mesela; çünkü küsmek, kapıyı aralamak demekti. Bu yaşımızda, hataları erkenden fark edip, gardımızı almayı ve değer verdiğimiz insanları hayat sayfamızdan silmeyi öğrendik. Öğütleri göz ardı etmemek gerektiğini; ama deneyimin de acı bir öğretmen olduğunu gördük. Bu güçle de iznimiz dışında hayatımıza müdahale edilmesine izin vermedik. Eskilerin kokusu burnumuza estikçe, bi’ onlardan vazgeçemedik bi’ de dans etmenin eşsiz keyfinden… 



Hengamenin arasında sürüklendiğimiz bu çağda, bir yanımız yeni ülkeler keşfetmek isterken, bir yanımız kariyer basamaklarını ikişer üçer çıkmayı diliyor, diğer yanımız ise toplumsal stereotypelara takılıp “düzenli hayat” çerçevesinde evliliği gözlüyor. ”Şimdi gezmeyeceğim de ne zaman gezeceğim?”, “Zihnen en verimli zamanımdayım, networkümü genişletip kendi işimi kurmam lazım.”, “Okul bitti, işim de var, çevremdeki herkes evleniyor. Daha neyi bekliyorum?” gibi cümleler farklı formlarda çoğalmaya devam ediyor. Peki içselleştirdiğimizde gerçekten hangisi olmak istiyoruz? Sahi biz neden gelmiştik bu dünyaya? Hayat amacımız ne, bu dünyaya nasıl iz bırakacağız, bizi ne mutlu edecek?



Sorgulamaların ve eleştirilerin en çok devreye girdiği yaştır, 25. Kimilerine göre her şey için erken, kimilerine göre ise geç olduğu düşünülen bu yaşta, anlam arayışına düşüyoruz aslında en çok. Çünkü olgunluğun yegâne anahtarıdır: sorgulamak, kendini arayışa çıkmak ve “hiç”leşmek… Hem kabullenemeyiş hem kaçış, hem de kendine sığınmadır 25 yaş. Bu nedenledir ki, kozmetik mağazalarında 25 yaş için uzatılan kırışıklık önleyici kremleri hışımla uzaklaştırıp, ardından Google’da gizli gizli genç kalmanın sırlarını araştırıyoruz. 



Hazır paranın tatlı olduğu zamanlarda kurduğumuz hayallerin ışığından dağ gibi borçla geldik bu zamana. Şimdi o iki dağ arasında yükselen güneşi değil, doları seyreder olduk. Araba hayalimiz vardı hâlbuki hani o ilk maaşı alınca ilk taksitini ödeyeceğimiz… 25 yılda en çok yaşayamadığımız zamanın bedelini ödedik. 



Aileye daha çok sarıldık bu dönemde. Tatlı özgürlük maceramız ve kendi kararlarımızı verebilmenin hazzı, yerini kaybetmek korkusuna bıraktı. Geçici olanlar geçti, biz büyüdük, onların yaşı da elbette sabit kalmadı. Geçen zamana daha çok pişmanlık eklemekten çekinerek, önce cana yakın olanı hoş tutmaya çalıştık.  


                               

Sonsuza kadar sürsün istediğimiz arkadaşlıklar, şu an beş parmağı geçmiyor. Çocukken çok sevdiğimiz dondurmaya ulaşmak güçken, şimdi eşlik edecek kişiye erişmek güçleşti. Ya yollar, ya yıllar ya da kırgınlıklar ayırdı. Zamanla “yakın” sıfatını herkese yakıştıramaz olduk. Biz de eskilere sığındık, nerede çocukluğumuzu anımsatanlar varsa onlara kol kanat gerdik. Özümsedik, bağları sağlamlaştırıp ahirete merdiven dayadık adeta. Karşılıksız sevgiden darbe almayacağımız canlıları da dost bilip sahiplendik.

Daha çok üzerinde durduk her şeyin. En çok da kendi ayaklarımızın… Sonra eşitsizliklerin, “kadın” ın yanlış konumlandırılışının ve ataerkil toplum yapısının… Hayatın en zor sınavları, söz birliği etmişçesine ardı arkasına sıralanırken hepsinin üstesinden gelmeyi başardık. Her güçlü duruşumuzda peşi sıra eklenen “Sen güçlüsün, kendine yetebilirsin, üstesinden gelirsin.” cümleleri arasında, ekseriyetle kendimizi daha çok örseledik. Yıllar geçtikçe “–mış gibi” ler çoğaldı, güçlü durma yükümlülüğü arttı ve en ufak düşüş birikimleri de yere saçtı. Kadın hep toparlardı, kaç yaşında olursa olsun. Biz ise hep kendimize yeterdik, yetmeliydik. 




Yaşanmışlıklar yerini “Benim zamanımda…” cümlelerine bıraktı. Ne içinde bulunduğumuz, ne önce ne de gelecek nesile anlam verebildik. “Dişimle tırnağımla” betimlemesi yerini internete bırakırken daha çok tembelleştik. Eğlence anlayışımız da değişti. Paylaşmaya, seyretmeye doyamadık; ama onu sorgulamaya da sıra geldi. Eğlencenin alkolden ibaret olmadığını, ayık kafayla da kaliteli kahkahalar atılabileceğini, göstermeden/gösterişe gerek duymadan da yaşanabileceğini ve sadece “hoş sohbet”in yeterli olabileceğini 25 yaşında gördük. Bu yaşta 35 hissederek, gençliği ve olgunluğu harmanlayarak büyüdük belki de. İnsanlar boşlukta sürüklenirken, kitaplarda kaybolmayı tercih ettik bu yüzden. Sosyalleşme fikri “çok insan” ile betimlenirken, az ile çok olarak var oluşu keşfettik. 




Herkese ve her şeye inanmamayı seçtik bu yaşımızda. Her “seviyorum” diyene kanmamayı, evliliği havuç olarak görenleri teğet geçmeyi, doğru insan ile bütünleşmekten korkmadan “bir” olabilmeyi seçtik. Ayrı dünyaları ayrıştırmanın değil, tek bir uyduda birleştirmenin değerini kavradık. Sevginin değerini bilerek, onu hızlı yaşam tarzımıza dahil etmedik. Bu çerçevede “kendimiz” olmaktan geçmeden, “değiştirmeye çalışmayan” insanlara kalbimizi açtık.
En güzeli de yaş alsak da hala genç olduğumuzu bildik, sınırsızca hayal etmeye devam ettik. Gözyaşlarımıza inat gülümsedik, canımızın acısını geçici yara batlarıyla değil de başarının zevkiyle bastırdık. İyiliğin bugünü ve yarını iyileştirebileceğine inanarak, o güçle güneşi karşıladık. Motive etmekten yorulmadık; çünkü an’ı hissettiğimiz her zamanın yaşamaya değer olduğunu keşfettik. Ağlamanın da zayıflık olmadığını, asıl zayıflığın güçlü durmak uğruna gerçeklerden kaçmak olduğunu gördük. 



Her yeni günü güzellikle karşılamak için bir 5 senelik daha eylem planına ihtiyacımız var. Bir sonraki plan 30’dan sonra. 

5/13/2018

Her Kadın, Annedir!

Koruma, sahip çıkma, üstüne titreme, endişelenme, sevinme, üzülme, çıldırma, her şeye karıştırma, başkalarıyla karşılaştırma, merak etme vb. duyguları üst seviyede yaşayan kişiye Anne denir. Bir de fazladan eklenen bir kepçe yemek gibi “yetersizlik” duygusunun had safhada yaşandığı noktalar da vardır. “Doydu mu, bir şey de yemez oldu.”, “Yüzü düşmüş biri mi üzdü?”, “Benden bir şey mi gizliyor?”vb. soruların milyonlarca farklı versiyonunu üretirler. Çünkü kaç yaşında olursak olalım biz hep çocuk, onlar hep annedir. Bizim için dertlenir, yeri gelir başımızın etini yemeyi severler. Yerler dedim diye hayıflandığımı sanmayın, bizim de aşağı kalır yanımız yok. Çünkü, bir kadının anne olabilmesinin koşulu, bir çocuk dünyaya getirmesine bağlı değildir. Çok daha derin duyguların bütünüdür, annelik.



Anne karnında başlayan bu duygu, çocuğun tüm hayatını etkileyecek bir yolculuktur. Annenin yaşadığı her duygu değişimi, bebek tarafından derinden hissedilir ve bu gelecekte kişinin tüm sosyal kimliğini etkiler. Güven ve sevgi dolu ortamda büyüyen çocuk, temeli sağlam ilişkiler kurar. Bu yüzden psikologlar, tüm travma kaynaklarını çocukluk dönemlerindeki izlerden yola çıkarak çözümler. Kadınlar, annelik duygularını çok erken yaşlarda hissetmeye başlar. Anaçtır kız çocuğu, küçük annedir. Oyuncak bebeğini giydirir, yatırır dizine uyutur, ağladığında bastırır göğsüne teselli eder. Hayali pastalar çaylar yapar da plastik fincan ve tabaklarıyla servis eder çevresindekilere. Anneler de zamanla hevesli kızlarından destek ister. Evin prensesi minik elleriyle evin tozunu alır, kardeşiyle ilgilenir, babasını kapıda karşılar ve kocaman “Aferin” pekiştireçleri kazanır. Annesi gibi birileri için hayatı kolaylaştırır. Kalbinin sesini dinleyen kadın, gerçekten sevgiyi hissettiğinde hesap vermeden ve sonunu düşünmeden tüm özverisiyle bağrına basar sevdiklerini. İşte o zaman ortaya çıkar “annelik duygusu.”

Aileyle başlayan bu serüven, hasta olan arkadaşı için seferber olmaya, evcil hayvanının yemeği peşinde koşmaya ve sevdiği adamı mutlu etmek için sınırsız çaba göstermeye kadar devamlılık gösterir. Sevgisi benliğini aştığında ise annelik duygusu, rol karmaşasına sebep olur. Örneğin, eşine “Hadi yat artık sabah uyanamayacaksın.” diyen bir kadın, zaman içerisinde “Rahat bırak beni, çocuk muyum ben?” gibi söylemleri duymaya hazırlıklı olmalıdır. Çünkü bu rol, anneye aittir, “eş” olarak kadına değil. Her erkek, ne kadar annesi gibi bir kadını tercih etse de kendisine aşık ve hayatı sınırsız yaşayabileceği bir “sevgili” ister hayatında. Anne rolündeyken kadın, ihtiyaç duyulan “sevgili” yi dışarıda bırakır. Kendinden çok verince değer görme arzusu, ekseriyetle anneye mahsustur, anne rolündeki eşe değil. İlgi, her ne kadar başta tatlı gelse de fazlası anne rolünü ortaya çıkararak duyguları negatife dönüştürür. Yıllar sonra kadınlar da: “Ben bu kadar emek verip yorulurken sevgi göremiyorum!” naralarını atmaya başlar. Bu sorgulamalar başladıktan sonra kolay mı yeniden toparlanmak?


Peki kadın kendini bırakır mı?
Ruhen düşüş yaşayan kadın, içindeki hayata küsen çocuğa da ebeveynlik yapar. Sorumluluklarını bilir ve dik durmak için kendini kontrol eder. Çünkü kendini sevip saymazsa şefkati, ilgiyi ve sevgiyi dışarıdaki insanlardan talep eder. İçindeki çocuğu ebeveynlik dürtüsüyle yönetemezse duygularının esiri olur. Genel bakış açısıyla, kendini seven ve sayan kadın, neyi yansıtırsa onu alır. 

Hayata kendisinin annesi olarak başlayıp tüm gücünü çevresine aktaran kadınların rollerini özünde ve sevgiyle yaşayacakları bir Anneler Günü olsun!




.

5/02/2018

Gökyüzünden Nefes Çal

Kelimeler boğazımda esir kalmış. Kalp atışlarım midemde dans ediyor. Bir ikileme düşmüş bedenim, arafta gibi. Bir yanım bahara hasret, bir yanım sonbahar yaprakları... İçimde yaprakların binbir renk dönüşümü... Kök salmış bedenim güneşten beslenirken, bir yanım hep yaprak dökümü. Neden ve nasıl penceresinden su içen güvercin misali aklım. Nereye uçacağını ve nerede soluklanacağını bilmiyor.


Hayat ve alışkanlıklar ne çabuk değişiyor. Etobur olan martıyı bile simite alıştıran biz insanlar değil miyiz? Olanı özünden uzaklaştırmaya bu denli hevesli bir tür var mı başka doğada? Ağaç bile yapraklarını güneşten korumak için kırmızıya boyarken, nedir bu amaçsızca renkten renge girme telaşımız? Ne zaman uzaklaştık benliğimizden? Sahi sen kimsin, biz kimiz? Tüketmekten keyif aldığımız şeylerin aynı hazda hasretini çekmemiz neden? Bir kitap dolusu kelimenin altını çizmek midir sevgi, yoksa sayfanın kenarını kıvırmaya bile kıyamamak mı? Dile getiremediğimiz nice güzellik, bir yutkunmayla kayboluyor içimizde. En güzel içimizden seviyoruz, içimizden özlüyoruz ve hatta içimizden sövüyoruz yeri gelince. İçimizden dedik diye içimizi de sorgulamıyoruz, kayboluyoruz anlık zevklerimizde.



Dilimize pelesenk ettiğimiz nice sayı sizde hangi manaları çağrıştırıyor? Mesela sayısı bir döngüyü, sonsuzluğu simgeliyor. Peki ya 9? Belki de tamamlanmamış ya da eksilmeye başlayan 8 döngüsünün beşeri yansıması. 10 ise yalnızlıktan sıyrılmış, eksilen parçasını başkasının varlığıyla tamamlayanları simgeliyor. Var olanı simgeleyen 1 ile yokluğu simgeleyen 0'ın muhteşem uyumudur, 10 sayısı. Teslim olur ve uzun soluklu bir birlikteliğe yelken açarsın. Bu, toplumda kabul gören insan birleşimidir. Çocuklar bile 10 dediğinde sevinir, alkış tutar. Toplumun bize alkış tutması da 10'a tamamlanma ile gerçekleşir.




Soluklanmaya da vaktimiz yok. Caddeler, bir fabrikanın seri üretimi gibi homojen. Hiç olmadığı kadar hızlı gidiyoruz bir noktadan bir diğer noktaya. Binalar bizden daha hevesli bulutlara değmek için. Her şeye zamanımız varken hayat koşturmacasında vakit bulamıyoruz sevdiklerimize varmaya. Hep bir trafik var zihnimizde ve ardımızda. Erkene almak lazım bu kavuşmaları... Binalar yerine ruhlarımız değmeli bulutlara. İnsan, insan olduğunu hatırlamalı. Yemekten, içmekten, uyumaktan ve anlamsızca çalışmaktan başka vazifelerimiz olmalı. “Sorumluluk” başlığı altında ne çok şeye zimmetledik zihnimizi ve bedenimizi. Bizi yoran şeylere odaklanarak unutuyoruz yaşamayı. İlla sorumluluk alacaksak eğer  “An’da kalmayı” sorumluluk almalıyız. Maviyi, yeşili ve gökyüzünü.  Burak Aksak, "Büyüdükçe gökyüzüne bakmayı da bırakıyor insan." diyor. Bedenimize inat ruhumuzu akışına, gençliğe bırakmalıyız. Her sabah yeniden doğmuşçasına sonsuz maviliğin altında, şiir gibi bir dünya düşlemeliyiz. Her yeni güne içimizi açmalıyız, iç açmak için...