5/13/2018

Her Kadın, Annedir!

Koruma, sahip çıkma, üstüne titreme, endişelenme, sevinme, üzülme, çıldırma, her şeye karıştırma, başkalarıyla karşılaştırma, merak etme vb. duyguları üst seviyede yaşayan kişiye Anne denir. Bir de fazladan eklenen bir kepçe yemek gibi “yetersizlik” duygusunun had safhada yaşandığı noktalar da vardır. “Doydu mu, bir şey de yemez oldu.”, “Yüzü düşmüş biri mi üzdü?”, “Benden bir şey mi gizliyor?”vb. soruların milyonlarca farklı versiyonunu üretirler. Çünkü kaç yaşında olursak olalım biz hep çocuk, onlar hep annedir. Bizim için dertlenir, yeri gelir başımızın etini yemeyi severler. Yerler dedim diye hayıflandığımı sanmayın, bizim de aşağı kalır yanımız yok. Çünkü, bir kadının anne olabilmesinin koşulu, bir çocuk dünyaya getirmesine bağlı değildir. Çok daha derin duyguların bütünüdür, annelik.



Anne karnında başlayan bu duygu, çocuğun tüm hayatını etkileyecek bir yolculuktur. Annenin yaşadığı her duygu değişimi, bebek tarafından derinden hissedilir ve bu gelecekte kişinin tüm sosyal kimliğini etkiler. Güven ve sevgi dolu ortamda büyüyen çocuk, temeli sağlam ilişkiler kurar. Bu yüzden psikologlar, tüm travma kaynaklarını çocukluk dönemlerindeki izlerden yola çıkarak çözümler. Kadınlar, annelik duygularını çok erken yaşlarda hissetmeye başlar. Anaçtır kız çocuğu, küçük annedir. Oyuncak bebeğini giydirir, yatırır dizine uyutur, ağladığında bastırır göğsüne teselli eder. Hayali pastalar çaylar yapar da plastik fincan ve tabaklarıyla servis eder çevresindekilere. Anneler de zamanla hevesli kızlarından destek ister. Evin prensesi minik elleriyle evin tozunu alır, kardeşiyle ilgilenir, babasını kapıda karşılar ve kocaman “Aferin” pekiştireçleri kazanır. Annesi gibi birileri için hayatı kolaylaştırır. Kalbinin sesini dinleyen kadın, gerçekten sevgiyi hissettiğinde hesap vermeden ve sonunu düşünmeden tüm özverisiyle bağrına basar sevdiklerini. İşte o zaman ortaya çıkar “annelik duygusu.”

Aileyle başlayan bu serüven, hasta olan arkadaşı için seferber olmaya, evcil hayvanının yemeği peşinde koşmaya ve sevdiği adamı mutlu etmek için sınırsız çaba göstermeye kadar devamlılık gösterir. Sevgisi benliğini aştığında ise annelik duygusu, rol karmaşasına sebep olur. Örneğin, eşine “Hadi yat artık sabah uyanamayacaksın.” diyen bir kadın, zaman içerisinde “Rahat bırak beni, çocuk muyum ben?” gibi söylemleri duymaya hazırlıklı olmalıdır. Çünkü bu rol, anneye aittir, “eş” olarak kadına değil. Her erkek, ne kadar annesi gibi bir kadını tercih etse de kendisine aşık ve hayatı sınırsız yaşayabileceği bir “sevgili” ister hayatında. Anne rolündeyken kadın, ihtiyaç duyulan “sevgili” yi dışarıda bırakır. Kendinden çok verince değer görme arzusu, ekseriyetle anneye mahsustur, anne rolündeki eşe değil. İlgi, her ne kadar başta tatlı gelse de fazlası anne rolünü ortaya çıkararak duyguları negatife dönüştürür. Yıllar sonra kadınlar da: “Ben bu kadar emek verip yorulurken sevgi göremiyorum!” naralarını atmaya başlar. Bu sorgulamalar başladıktan sonra kolay mı yeniden toparlanmak?


Peki kadın kendini bırakır mı?
Ruhen düşüş yaşayan kadın, içindeki hayata küsen çocuğa da ebeveynlik yapar. Sorumluluklarını bilir ve dik durmak için kendini kontrol eder. Çünkü kendini sevip saymazsa şefkati, ilgiyi ve sevgiyi dışarıdaki insanlardan talep eder. İçindeki çocuğu ebeveynlik dürtüsüyle yönetemezse duygularının esiri olur. Genel bakış açısıyla, kendini seven ve sayan kadın, neyi yansıtırsa onu alır. 

Hayata kendisinin annesi olarak başlayıp tüm gücünü çevresine aktaran kadınların rollerini özünde ve sevgiyle yaşayacakları bir Anneler Günü olsun!




.

5/02/2018

Gökyüzünden Nefes Çal

Kelimeler boğazımda esir kalmış. Kalp atışlarım midemde dans ediyor. Bir ikileme düşmüş bedenim, arafta gibi. Bir yanım bahara hasret, bir yanım sonbahar yaprakları... İçimde yaprakların binbir renk dönüşümü... Kök salmış bedenim güneşten beslenirken, bir yanım hep yaprak dökümü. Neden ve nasıl penceresinden su içen güvercin misali aklım. Nereye uçacağını ve nerede soluklanacağını bilmiyor.


Hayat ve alışkanlıklar ne çabuk değişiyor. Etobur olan martıyı bile simite alıştıran biz insanlar değil miyiz? Olanı özünden uzaklaştırmaya bu denli hevesli bir tür var mı başka doğada? Ağaç bile yapraklarını güneşten korumak için kırmızıya boyarken, nedir bu amaçsızca renkten renge girme telaşımız? Ne zaman uzaklaştık benliğimizden? Sahi sen kimsin, biz kimiz? Tüketmekten keyif aldığımız şeylerin aynı hazda hasretini çekmemiz neden? Bir kitap dolusu kelimenin altını çizmek midir sevgi, yoksa sayfanın kenarını kıvırmaya bile kıyamamak mı? Dile getiremediğimiz nice güzellik, bir yutkunmayla kayboluyor içimizde. En güzel içimizden seviyoruz, içimizden özlüyoruz ve hatta içimizden sövüyoruz yeri gelince. İçimizden dedik diye içimizi de sorgulamıyoruz, kayboluyoruz anlık zevklerimizde.



Dilimize pelesenk ettiğimiz nice sayı sizde hangi manaları çağrıştırıyor? Mesela sayısı bir döngüyü, sonsuzluğu simgeliyor. Peki ya 9? Belki de tamamlanmamış ya da eksilmeye başlayan 8 döngüsünün beşeri yansıması. 10 ise yalnızlıktan sıyrılmış, eksilen parçasını başkasının varlığıyla tamamlayanları simgeliyor. Var olanı simgeleyen 1 ile yokluğu simgeleyen 0'ın muhteşem uyumudur, 10 sayısı. Teslim olur ve uzun soluklu bir birlikteliğe yelken açarsın. Bu, toplumda kabul gören insan birleşimidir. Çocuklar bile 10 dediğinde sevinir, alkış tutar. Toplumun bize alkış tutması da 10'a tamamlanma ile gerçekleşir.




Soluklanmaya da vaktimiz yok. Caddeler, bir fabrikanın seri üretimi gibi homojen. Hiç olmadığı kadar hızlı gidiyoruz bir noktadan bir diğer noktaya. Binalar bizden daha hevesli bulutlara değmek için. Her şeye zamanımız varken hayat koşturmacasında vakit bulamıyoruz sevdiklerimize varmaya. Hep bir trafik var zihnimizde ve ardımızda. Erkene almak lazım bu kavuşmaları... Binalar yerine ruhlarımız değmeli bulutlara. İnsan, insan olduğunu hatırlamalı. Yemekten, içmekten, uyumaktan ve anlamsızca çalışmaktan başka vazifelerimiz olmalı. “Sorumluluk” başlığı altında ne çok şeye zimmetledik zihnimizi ve bedenimizi. Bizi yoran şeylere odaklanarak unutuyoruz yaşamayı. İlla sorumluluk alacaksak eğer  “An’da kalmayı” sorumluluk almalıyız. Maviyi, yeşili ve gökyüzünü.  Burak Aksak, "Büyüdükçe gökyüzüne bakmayı da bırakıyor insan." diyor. Bedenimize inat ruhumuzu akışına, gençliğe bırakmalıyız. Her sabah yeniden doğmuşçasına sonsuz maviliğin altında, şiir gibi bir dünya düşlemeliyiz. Her yeni güne içimizi açmalıyız, iç açmak için...