7/13/2014

İki Yaşam Arası


Küçükken rüyamda uçardım. Sürükleyemezdim düşlerimi minik hayatıma ve uçmak, erişemediğimden hep daha çekiciydi. O yüzden, uçma arzusu beni hiç bırakmadı. Çocukken daima bir şeyleri kovalardım. Topu yakalamaya çalışırken, kelebeği avuçlarımın arasında korumak isterken… Koşardım ve mayhoş bir mutluluk bırakırdı üzerimde. Uçmak dışında her şey gerçekti. Bir ara hayalim hostes olmaktı. Sonra çeşitli ölüm senaryolarıyla hayallerimi yıktılar, ben de rüyalarımla yetindim.

                                       

Büyüdüm ve daha çok koşuşturmaya başladım. Fiziksel değil; ama ideallerim uğruna mücadele ederek koştum. Küçük Prens’in fil yutmuş boa yılanına ‘şapka’ denilmesiyle pes etmediği gibi ben de vazgeçmedim. Dünyayı dolaşmadım; ama zihnimde dolaşan bilgilerle adımlarıma yön verdim. Sosyallikten, arkadaş çevremden ve sağlığımdan vazgeçerek dışardan eksildim, içerden çoğaldım. Mola vermeden, ardımda parçalarımı bırakarak koştum. Koştum da birinin gözlerine bakmak için hiç beklemedim. Ta ki O rüyama girene kadar…

     “Dinlen.” dedi.

     Ne demek istediğine anlam veremedim. Yorgun değildim ki.

     “Kalbini aşkın ellerine bırak.”

     “Aşkın ellerindeyim zaten. Yıllardır aşkımın peşinden koşuyorum.” dedim.

     Sessizlik çöktü ve yüzü birden karşımda belirdi. Rüyalarımıza giren herkes aslında gün içinde karşılaştığımız kişilerdi; fakat siması hiç de tanıdık gelmedi. Uzun bir çehresi, kahverengi gözleri ve dudağının kenarında ufaktan bir beni vardı. Uzun boyluydu; ama bir gibiydik. Gözlerimi kaçırdığım esnada elimi tuttu.

     “Ara beni!” dedi ve elime bir kağıt parçası tutuşturdu.

     Uyandım. Telaşla avcumun içine baktım. Kağıt yoktu. Sinirlendim, yatağı yorganı alaşağı ettim. Biraz abartmış olacağım ki yastığımdan yayılan tüyler etrafımı sardı. Dudaklarımı büküp sıkılgan bir çocuk gibi düşünmeye başladım. Hep düşlerimde yaşadığımı söylerlerdi de yalanlardım. Peki bu yaptığım neydi?! Rüyalarım beni tesiri altına almayı severdi. Göz temasından kaçındığımı ve kendimle konuştuğumu söylerlerdi. Ben ise hiçbir zaman uyku ile uyanıklık arasındaki çizginin gerçek boyutuna geçemedim. ‘Bana göre’ gerçekte sohbet ettiğim kişiler vardı.




     Günlerce o gizemli adamı düşündüm. Kimdi? Ne ima etmek istemişti? Gündüz uyumaktan nefret etmeme rağmen sırf onu görmek için defalarca uyudum. Göremedim. Bir süre cadde ve sokaklarda arşınlanırken asfalt yerine insanların yüzlerini inceledim. Yol boyunca konuşan, gülen ve suratı beş karış yüzlerce insan gördüm. Tüm o kalabalığın içinde onun yüzünü ayırt edebilirmişim gibi geliyordu. Olmadı, insanları maskeleriyle bırakıp çaresizce eve döndüm.

     Otuz yedi gün geçti. Hala rüyamın gizemini çözemedim. Bazı zamanlar unutmayayım diye evin içinde hayalini canlandırdım. Aşkım başımdan aşkın derken işim araya karıştı. Uzun bir çalışma hayatı beni bekliyordu. Hayallerimle geçireceğim uzun soluklu saat dilimleri… Bunun için çok bile tatil yapmıştım! Bunları düşünerek zaman kaybedemezdim. Terfi almama ramak kalmıştı.

     “Pes ettim!” derken O, rüyama geldi. Ne çok beklemiştim. Minicik gözlerine meydan okurcasına içime işleyen derin bakışları kalbimi alevlendirdi. Hayatımda ilk defa aşık olmuştum.

     “Arama beni, hisset.”

     “Nasıl hissedebilirim? Bunların hiçbiri gerçek değil.”

     “Kalbini ellerime teslim ettin. Sana uçmayı öğretmek istiyorum.” dedi.

     Nereden biliyordu uçmanın en büyük hayalim olduğunu? Sadece rüyaydı ve çocukluğumdan beri uçamıyordum. Öyle hasrettim ki… Güvendim ve ellerimi uzattım. Dokunuşu kalbimi ısıttı. Hayatımda olmadığım kadar mutlu ve güvende hissettim. Cennet gibiydi. Bir anda kendimi evimin balkonunda buldum. Sonunda onu evime getirmiştim. Elinden tutup çekiştirdim. Yaşadığım evi, hayatımı, hayallerimi ona göstermek için sabırsızlanıyordum.

     “Dur! Önce aşka uçalım.” dedi.

     O an anladım hayatın beni fazlasıyla yorduğunu ve düşlerimle boğuşmamın nedenini. O yanımdayken huzuru, yaşamı hissediyordum. Aslında mutlu değildim. ‘İdeallerim’ dediğim şeylerin ömrümü törpülediğini gördüm.

     Balkon demirlerine çıktık. El ele bedenlerimizi gökyüzüne bırakırken yıldızlar bize gülümsüyordu. Uçtuk, sonsuz aşka ve bitmeyecek huzura…


Başak ULUSOY

7/07/2014

Çayın Büyüsü


19. yüzyılda ilk buluşmamızı gerçekleştirdiğimiz, anavatanı Çin olan çay, Türkler için derin anlamlar barındırıyor. Dünyaca ünlü Avustralyalı şair Peter Altenberg tarafından ‘ruh banyosu’ olarak tanımlanan çay, günümüzde sudan sonra en çok tercih edilen içecektir.

Çay, demokratiktir. Kapitalizmin gölgesine düşmeyen, iş görüşmelerinde, toplantılarda, dost sohbetlerinde günün her saatinde karşımıza çıkan, her kesimden insanın sofrasında samimiyetle demlenen, günün ilk ışıklarıyla başlayıp son saatlere kadar sevgiyle ikram edilen bir içecektir. Cem Karaca’nın Islak Islak şarkısındaki gibi, “Güneşte demlerim senin çayını. Yüreğimden süzer öyle veririm.”

Çay ne siyah ne de yeşildir. Çay, kırmızıdır. Zafer kanının Türk bayrağını dalgalandırdığı gibi coşkuludur. Bir bardak çay, çekirdek gibidir ve daima sonrakilerinı da beraberinde getirir. Yoğun iş saatlerinde ve kısa molalarda hayatımızı ısıtır. İçimizi ısıttığı gibi hararetimizi de keserek zıtlıkları en güzel şekilde sunar.


Çayın demlenmesiyle kahvaltının hazır oluşu, misafirliğe “çayı demle, geliyoruz.” söylemleriyle gidişlerimiz, çayımız bitmeden kalkamayışımız ve hatta deprem esnasında çayını da beraberinde götüren insanımızın, “Son yudumumu almadan ölmeyeyim.” sözlerindeki samimiyetiyle kültürümüzün büyülü bir parçasıdır, çay.

Türklerin ortak tutkusudur, cam bardak. Rengini görmek, sıcaklığını hissetmek ve kaşığın cama vuruşundaki melodiyi sohbetiyle harmanlamak ister, çay içen. Fakat ince belli bardağın verdiği zevk apayrıdır. Can Yücel’in de ifadesiyle, “Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel, namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.” 

Türkler Çayı Nasıl İçer?

Her yörenin kendilerine has çay içme tarzı vardır. Güneydoğu’da genellikle kaçak çay tüketilir. Rengi koyu, tadı daha acıdır. Bardaklar da diğer bölgelere nazaran biraz daha büyüktür. Gümüşhaneliler orta, Trabzonlular ise az şekerli çayı tercih eder. Tokat’ta bardak ufak da olsa mutlaka ‘dudak payı’ bırakılır. Boşluğun miktarının azlığı veya çokluğu çay sohbetlerinde esprilere mahal vermektedir. Örneğin; dudak payının fazla olması durumunda, “Arap dudağı mı var bende?” ifadeleriyle karşılaşabiliriz. Dudak payına, Sunay Akın gibi, “Çay bardağında bırakılan dudak payı kadar bile uzak kalamam gözlerine.” söylemleriyle duygusal yaklaşanlar da olmuştur. Rizelilere göre ise, en güzeli Çaykur’un üretimi, yani kendi çaylarıdır.

Erzurum ve çevre havarisinde, ikramı genellikle açık renkli ve kaşıksız olarak yapılan çay, ‘kıtlama’ olarak tabir edilen özel bir yöntemle tüketilir. Makaslarla, elle ya da ısırılarak koparılan şeker parçalarının dil altında bekletilmesiyle içilir. Bununla birlikte, misafir “yeter” demedikçe çay sürekli tazelenir. Teşekkür edip, istemediğinizi söyleseniz bile mutlaka ‘cırıldım’ yani ‘zor çayı’ adı altında bir bardak daha ikram edilir. Cırıldım çayını içmemek ise, ev sahibine karşı büyük hakaret olarak algılanır. Diğer bölgelerde ise, daha fazla çay istenmediğini göstermek için kelimelere ihtiyaç duymadan çay kaşığı son içilen bardağın üzerine konur.

Çay içme tarzı kişiden kişiye göre de değişiklik göstermektedir. Kimisi şekerin çayın tadını bozduğunu söylerken; kimisi de keyif çayının şeker ile tamamlandığını ifade eder.

Çay, Türk insanı için günün her saatinde, her yörede, ayrı ve özel anlamlar taşır. Çay; barışı, sadeliği, eşitliği ve basitliği simgeler. Nazım Hikmet’in de dediği gibi, “Basit yaşayacaksın basit, sanki bir gün yaşamın sona erecekmiş gibi basit, çay, simit ve peynirle.”