5/05/2015

Ne Kadar Kendinsin?

                                                   



     “Bu dünyaya bir şeyi en iyi şekilde yapabilmek için gönderilmiş olsaydınız neyi en iyi şekilde yapabilirdiniz?”


     Bu soru karşısında insanlar ikiye ayrılıyor. İlk olarak, soru üzerine ya hiç kafa yormamış, düşünceli bakan bir çift göz, ya da hayallerini gerçekleştirememiş dudaklarında ‘ama’lar birikmiş mutsuz insanlar. 

     Hangimiz dünyaya geliş amacımızı biliyoruz? Hangimiz kendimizi ve potansiyelimizi keşfedip o yolda cesurca ilerleyebiliyoruz? Sistem bizi yalnızlaştırdıkça içinde kayboluyoruz. Kendimizi bulmak yerine, farklı kişilikler yaratıp onları oynuyoruz. Sürekli şekil değiştiren yaratıklar haline geliyoruz. Ta ki kendimize dönene ya da ölene kadar. 

     Hangimiz arzuladığı mesleği yapabiliyoruz? Hayallerimizi ya hobileştiriyoruz, ya da onlara ket vuruyoruz. Vazgeçiş sebeplerimizden biri de ‘para’ değil mi? “Yapamadım, çünkü o işte para yoktu.” Para uğruna asıl olduğumuz kişiyi feda ediyoruz. Bizi sistemin parçası olmazsak, açlıktan ölebileceğimize inandırıyorlar. Bu yüzden kendimizden kaçıp, daima köleleştiriliyoruz. Beynimize çip yerleştirilmişçesine her uyarıya yanıt veriyoruz. Daima tüketime teşvik edilerek, üretimden yoksun bırakarak asalak hayatlar yaşıyoruz. Beynimizi kullanmak, araştırmak yerine çevreden duyduklarımızla hayatımızı idam ettiriyoruz. Özde kim olduğunu bilen biri, potansiyelini doldurabilir. Potansiyelimizin altında hayatlara mecbur bırakılıyoruz. Bu süreç, insanın kendine ihanet etme süreci. Kendine ihanet eden ve yüzyıllar boyunca ihanet etmiş bir insanlık. İnsan, kendi var oluş fikrini geliştirmeli, her cevapta değiştirmeyi değil! 




     Bilincimiz, gündelik yaşamın yapılması gerekenlerinin kuşatmasında, her an bir şeylerin peşinden gidiyoruz. Çalışmazsak değersiziz, hayatı anlamlandırmak için sürekli çalışıyor, çalışmadığımızda da kendimizi uyuşturmak için diğerleriyle buluşuyor, merakımızı her an diğerlerine vererek potansiyelimizi kurban ediyoruz. Daima başkalarının yaşamlarına bakarak kendimizi dikte ediyor, büyük hayaller karşısında eziliyor ve giderek kayboluyoruz. Öyle bir toplum olduk ki ‘boş durmak’ kavramını negatife indirgeyerek beyinlerimizi deşarj edemez hale geldik. Kendimize zaman ayırmaktan yoksunuz. Daima yapmamız gereken şeyleri düşünerek kendimizi sıkıyoruz. Yatağınıza uzanıp, sadece birkaç dakika amaçsızca tavanı izleyin. Düşünmeyin, plan kurmayın, hayal etmeyin… Ne kadar zor değil mi? Beynimizde bize daima ‘çalış’ diyen bir mekanizma işliyor. Hayatımızın her alanında “Çalış - Kazan - Göster - Özendir “ şeklinde ilerleyen bulaşıcı bir sirkülasyonun kurbanıyız hepimiz. 

     Hangimiz dış görünüşümüzden memnun? Dijital ortamdaki tüm sahteliğin insanlar üzerinde uygulanmasıyla güzellik anlayışımızda çıtayı hep yüksek tutar hale geldik. Çoğu insan aynaya baktığında kendini beğenmiyor. Farklıysak geri planda tutuluyoruz. Hepimiz birbirimize benzemeye başladık, farklılıktan ışık hızıyla uzaklaşır olduk. Moda akımının çerçevesinde benliğimizi, öz güzelliğimizi ve kişiliğimizi yitirdik. 



     En son ne zaman bir şeyin nedenine “canım istediği için” karşılığını verdiniz? Onlar istedi, yaptık ve yapacağız. Kurallar koyup sınırlar çizip kendi varlığını korumak üzere geri kalan her şeyi yok etmeye hazır, korkusuz görünen ama aslında korkuyu su gibi içen, korkuyla beslenen bir avuç bakteriyiz biz. Mantar olabilmek için vücutta milyonlarca mantar bakterisinin yaşaması bir şey ifade etmiyor. Bakteriler, çoğaldıktan sonra iletişimi keşfeder ve konuşmaya başlar. Ardından birlikte hareket ederler. Sahip olduklarını sandıkları kaynakları tüketmek üzere birleşirler. Her şey, iletişimden doğar. Bu bakış açısından, dünya mantar olmuş zavallı bir gezegen. Daima tüketime teşvik edildiğimiz bir sistem altında, kaçımız üretime teşvik ediliyoruz? İnsan, toplumdan bağımsız bir birey olarak da çok güzel hayatta kalabilir, sadece akıllı ve planlı olsun ve üretsin! 

     Doğa, zayıfı koruyan bir sistemle değil, gelişmeye sonuç veren bir sistemle oluşturulmuştur. Zayıf olan gider ve yerine, sağlam, yardım almadan yaşayabilen, üreyebilen gelir. Üretebilenler hayatta kalır. Doğanın ölçüsü, paranın kimde olduğu değil, dünyanın daha verimli bir yer olmasına yardım edenlerin ve kendi yükünü taşıyabilen canlıların var olabilmesidir. Toplum, konforlu bir hapishane, dışarıdaki korkunç dünyadan saklandığını sana hissettiren, ancak senin enerjinle var olabilen ve bu yüzden de daima senin enerjine, çalışmana, dolayısıyla köleliğine ihtiyacı olan bir hapishane. Bizse, kendini mutlu zanneden, daha kim olduğunu bir gün bile denetimlememiş birer mahkum. Bu, yaradılışı körelten, kısırlaştıran, gerçekte neyin önemli olduğunu unutturan, var oluşun anlamını sabote eden bir sahtelik! Evimiz, arabamız, çocuğumuz, bankada bir sürü paramız oluyor; ama kendi kimliğimizi keşfetmekten çok uzakta yitip gidiyoruz. 



    Toplum, seni bırakması için yalvarsan da bırakmaz. Bu toplum, dünyada yaratılmış en şeytani şey, senden burada olma nedenini alıp yaradılışını nedensiz bir boşlukmuş gibi bırakırken, sen sana faydası olduğuna inandırılmış bir şekilde ona sadakatle bağlısın, karın tokluğuna yaşayan, her an kendi gerçeğine ihanet eden bir mahkumsun! 

   Toplum bu sistemle yürütülürken, benliğimizden kaçmayıp, mücadele ederek potansiyelimize ulaşabiliriz. Böylece, mutluluğun ve özgürlüğün kaynağını da keşfetmek uzakta olmayacaktır. 





Başak ULUSOY