Hayat bizi nelerle sınıyor. Kimlere sırtımızı dayayıp kimlere aldanıyoruz? Kimler gerçek yüzlerini en ihtiyaç duyduğumuz anlarda gösteriyor? Hayatımızın merkezi yaptığımız, samimiyetine inandığımız insanlar gün gelip nasıl da çekip gidiyor, umarsızca. Dönülmez zannettiğimiz, bu son dediğimiz hangi anlara yenik düşmedik ki? Daima affeden olduk. Peki tekrar güvenebildik mi, dönebildik mi eskiye?
Beynimiz, unutabilme özelliğine sahip; fakat ben bunu “üzerini örtme, bastırma” olarak nitelendiriyorum. Çünkü bizler, yaşadığımız iyi-kötü hiçbir şeyi unutamayız; ancak üzerini örter ya da onları bir şekilde bastırırız. Sözde affederiz ve bu yüzden umulmadık anda karşımıza çıkan olaylar karşılıklı eziyet haline gelir.
Güven nedir? Samimiyetine güvendiğimiz insan, bize kendini açtıkça biz de ona bir şeyler anlatma ihtiyacı hissederiz. Zaman zaman kendimize dahi söyleyemediklerimizi ona anlatır, kısa süreli rahatlamalar yaşarız. Ardından anlattıklarınızın gizliliği konusunda çeşitli düşünceler sarar etrafımızı: Aslında söylenen her şey, insan beyninde birçok soruyu doğurur. Bazen sırf bu sorular ve kurgular yüzünden karşımızdakine sabır ötesinde bir katlanma sergilediğimiz olur. Kısa süreli rahatlama uğruna hayatımızı kısıtlarız aslında. Bu yüzden, bazen bazı şeyleri kendi içimizde yaşamak daha iyidir. Bir de, anlatırken bizi anlamalarını bekliyoruz. Birçoğumuz iyi birer dinleyici olabiliriz; ama kimse kimseyi tam olarak anlayamaz. Ya derdimiz küçümsenir ya da “Üzülme”, “Her şey düzelecek.” gibi sonuçsuz tesellilerle bizi yatıştırırlar. Her insanın yapısı, taşıyabileceği yük ve sorumluluk farklıdır. Bugün bizim umursamadığımız küçük bir olay, başkası için kahredici ağırlıkta olabilir.
Bazen en iyisi; insanlardan tamamen uzaklaşıp kahve ve müzik eşliğinde hayatı kendi gözlerinle değerlendirebilmek, acına kendi yöntemlerinle şekil verebilmektir. Hayatta, tek omzu kendin bilmek ve yere sağlam basabilmektir. Herkesin ilacı, kendisi ve inançlarıdır. İnsan, neye inanırsa onu başarır.